Eğitimle ilgili tartışmaların, lise eğitiminin kaç yılının zorunlu, kaç yılının isteğe bağlı olacağına indirgenmiş olması, önümüzdeki değişikliklerin ne kadar yüzeysel biçimde ele alındığını gösteriyor. Oysa kurgulanan değişikliklerin etkisi, yalnızca eğitim süresiyle sınırlı kalmayacak; çok daha derin toplumsal sonuçlar doğuracaktır.
Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin, zorunlu eğitimle ilgili raporların tamamlandığını, konunun ilk kabine toplantısında ele alınacağını ve gelecek eğitim yılı planlamasının buna göre yapılacağını açıkladığından beri, kamuoyu “lise eğitimi kaç yıl olacak?” sorusuna kilitlendi. Bu durum, tartışmanın yönünü ve sınırlarını Bakanlığın istediği biçimde belirleyen bir iletişim stratejisinin sonucu gibi görünüyor.
Zorunlu eğitimin uzun olduğunu, bu nedenle kısaltılması gerektiğini savunan çevrelerin gerekçeleri artık biliniyor: “Çocuklar çalışmaya ve aile kurmaya geç başlıyor.” Bu iki gerekçenin de ne kadar temelsiz olduğu defalarca vurgulandı. Bakan Tekin, bu kez yeni ve son derece tartışmalı bir gerekçe daha öne sürdü: “Teknolojideki gelişmeler sayesinde bilgiye erişim kolaylaştı; bu nedenle 12 yıl uzun bir eğitim süresidir.”
Oysa bu yaklaşımda, okulun çocuğun yaşamındaki gerçek işlevi yoktur. Okul yalnızca bilgiye ulaşılan bir yer değildir; okul, çocuğu bütüncül biçimde geleceğe hazırlayan bir yaşam alanıdır. Sosyal, duyuşsal, bilişsel ve psikomotor becerilerin geliştiği, çocukların kendilerini tanıdıkları ve dünyayı anlamlandırdıkları bir toplumsal deneyim alanıdır. Dolayısıyla “bilgiye erişim kolaylaştı, eğitim süresi kısaltılabilir” savı, hem pedagojik hem de toplumsal açıdan geçersizdir.
Okul aynı zamanda çocuğu koruyan en önemli güvenlik kalkanıdır. Eğitim dışına çıkarılan her çocuk, yoksulluk, güvencesizlik, erken yaşta çalışma veya istismar riskleriyle karşı karşıya kalır. 16 yaşında okul dışına itilen bir çocuğun maruz kalacağı tehditlerin görmezden gelinmesi, eğitim hakkının özünü zedeleyecektir.
Bu düzenlemeden en fazla, yerel yerleştirmeyle öğrenci alan Anadolu Liseleri etkilenecektir. Oysa bu okulların kuruluş amacı, öğrencileri yükseköğretime hazırlamaktır. Zorunlu eğitim süresinin kısaltılması, Anadolu liselerinin yapısıyla doğrudan çelişmektedir. Ayrıca, aynı tür okullar arasında ve hatta aynı okulun içinde bile farklı uygulamaların ortaya çıkması eşitsizliği derinleştirecektir.
Bu değişikliğin sınıfsal sonuçları da göz ardı edilemez. Ekonomik olanakları yüksek aileler çocuklarını özel okullara yönlendirebilecek; yoksul ailelerin çocukları ise sermaye için ucuz işgücüne dönüştürülecektir. Eğitim, yoksul çocuklar için yaşamlarında anlamlı değişiklikler yapabilme olanağı sunan son kamusal araçken, bu değişiklik o olanağı da ellerinden alacaktır.
Eğitim, halkın geniş kesimleri için hâlâ çocuklarının yaşamında anlamlı bir fark yaratmanın en güçlü aracıdır. Bu ülkenin insanları, tüm eksiklerine rağmen eğitime umut bağlamaktan vazgeçmedi. Çünkü bilirler ki eğitim, gelecektir ve geleceğin kısaltılmasına izin verilmemelidir.
Eşitsizliğe Estetik Katmak
Sabah Gazetesi’nde Çarşamba günü yayımlanan bir habere göre, bu yıl eğitim sisteminde yapılması planlanan değişikliklerden biri de LGS puanının hesaplanma biçimi olacak. Habere göre, sınav puanının yanı sıra öğrencilerin yaptığı sosyal sorumluluk projeleri, sanatsal ve sportif faaliyetler de LGS puanına etki edecek.
Aslında bu değişikliğin işaretleri bir süredir veriliyordu. 2023-2024 eğitim-öğretim yılından itibaren ortaokul karnelerine bilimsel, kültürel, sanatsal, sportif etkinlikler ve toplum hizmeti başlıkları eklenmişti. Bu bölümler; katılım, performans gösterme, ürün ortaya koyma ve derece alma gibi dört farklı kategoride değerlendirilmeye başlanmıştı. Dolayısıyla, bu yöndeki düzenlemelerin adım adım hazırlandığı anlaşılıyor.
Ancak bu yeni sistem, eğitimdeki eşitsizlikleri azaltmak bir yana, onları daha da derinleştirme potansiyeline sahip. Yıllardır dile getirdiğimiz gibi, koşulları, olanakları ve nitelikleri birbirinden çok farklı okullarda okuyan öğrencilerin aynı merkezi sınavla ölçülmesi zaten başlı başına bir eşitsizliktir. Şimdi buna bir de sosyal etkinlik, sanatsal faaliyet ve sportif katılım gibi göstergeler eklenirse, eşitsizlik kurumsallaşmış hale gelecektir.
Bulunduğu okulda yeterli imkanlara sahip olmayan, spor salonu, müzik atölyesi ya da toplu etkinlik ortamı bulunmayan, kırsal bölgelerde yaşayan, yoksul ailelerin çocukları bu durumda baştan başarısız ilan edilecektir. Sanatsal ve sportif etkinliklerin ciddi ekonomik bedelleri olduğu düşünülürse, bu sistemin varsıl öğrencilerin lehine, yoksul öğrencilerin aleyhine işleyeceği açıktır.
Bu değişiklik ayrıca özel okullarda okuyan öğrenciler için büyük bir avantaj yaratacaktır. Çünkü özel okullar, öğrencilerine zaten sosyal sorumluluk projeleri, spor, sanat ve kültür etkinlikleri konusunda çok daha geniş olanaklar sunmaktadır. Kamu okullarındaki öğrenciler ise bu imkânlardan büyük ölçüde yoksundur.
Kısacası, LGS’nin bugüne kadar eşitsiz olduğu sıkça dile getiriliyordu; ancak eğer bu haber doğruysa, LGS artık yalnızca eşitsizlik üreten değil, sınıfsal bir eleme aracına dönüşecektir. Bu durumda, yoksul ailelerin çocukları için sınavla öğrenci alan okulların kapıları çok daha erken kapanacaktır.
Oysa eğitim bir haktır. Ve bir haktan söz edebilmek için o haktan herkesin eşit biçimde yararlanabilmesi gerekir. Eşitsizlikleri “sosyal etkinlik” kılığına sokarak ölçmek, yalnızca adaletsizliği estetize eder, ama ortadan kaldırmaz.
Kız Ortaokulu Açılamadı
Meslek liseleri bünyesinde yalnızca kız ya da yalnızca erkek öğrenci kabul edecek okulların açılması yönündeki girişim, Ağustos ayı sonunda kamuoyunda oldukça yoğun biçimde tartışılmıştı.
Söz konusu okullar, yalnızca karma eğitim açısından değil; aynı zamanda mesleki eğitimin ortaokul düzeyine indirilerek çocuk işçiliğinin yaygınlaşmasına yol açacağı gerekçesiyle de ciddi biçimde eleştirilmişti.
Sadece kız öğrencilerin devam etmesinin planlandığı ortaokullar arasında en çok gündeme gelen okul, Ankara’nın Çankaya ilçesinde bulunan Dikmen Nevzat Ayaz Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi (MTAL) bünyesinde açılması planlanan ortaokul olmuştu. Siyasi partiler ve sendikalar, söz konusu okulun önünde basın açıklamaları yapmış, protesto gösterileri düzenlemişti.
Basında yer alan bilgilere göre, bu ortaokula tek bir öğrencinin dahi kayıt yaptırmaması nedeniyle kız ortaokulu açılamamıştır. Bu durum, “Veliler kız çocuklarının erkek öğrencilerle eğitim almasını istemiyor; biz de bu soruna çözüm üretmek durumundayız” tezini geçersiz hale getirmiştir.
Veliler tercihini, hem karma eğitimden hem de ortaokul düzeyinde akademik eğitimden yana kullanmıştır.
Umarız Millî Eğitim Bakanlığı, yaşanan bu durumu dikkate alır ve okullaşma politikasını ideolojik değil, bilimsel temeller üzerine yeniden inşa eder.
Karma Eğitimden Vazgeçmeyeceğiz !
Öğrenci Veli Derneği’nin (Veli-Der) çağrısıyla bir araya gelen kurumlar, 11 Ekim Dünya Kız Çocukları Gününde “karma eğitim” konulu bir basın açıklaması gerçekleştirdi. Açıklama, İstanbul Üniversitesi Beyazıt Kampüsü önünde yapıldı. Açıklama yeri olarak İstanbul Üniversitesinin seçilmesinin nedeni, fiilen karma eğitimin ilk kez bu üniversitede başlamış olmasıydı.
Son dönemde karma eğitimi aşındıran uygulamaların yaygınlaşması, kız ve erkek öğrenciler için ayrı ortaokulların açılmaya başlanması, bu uygulamaların ise “kız çocuklarının eğitim hakkı korunuyor” şeklinde sunulması ve zorunlu eğitimi fiilen kısaltma girişimleri, kamuoyunda tepkilere yol açtı. Laik ve bilimsel eğitimi hedef alan bu uygulamalara karşı Veli-Der tarafından yapılan çağrıyla bir araya gelen kurumlar, kamuoyuna önemli açıklamalarda bulundu.
Yapılan açıklamada, karma eğitim tartışmasının pedagojik değil politik bir tartışma olduğu vurgulandı. Dünya Kız Çocukları Gününde, tüm çocukların ve kız çocuklarının laik, eşit, parasız, karma ve kamusal eğitim hakkı için ses yükseltildiği belirtildi.
Açıklamada ayrıca, laik, demokratik, bilimsel, parasız ve kamusal eğitim hakkı mücadelesinden vazgeçilmeyeceği ve karma eğitimin tartıştırılmayacağı ifade edildi.
Veli-Der’in çağrısıyla bir araya gelen kurumların sayısının artması ve kamuoyunun dikkatinin yeniden eğitim alanına çekilmesi, önümüzdeki dönemde eğitim alanında yaşanacak tartışmalar açısından belirleyici bir gelişme olacaktır.
Şube Müdürlüğü de Mülakatta
Milli Eğitim Bakanlığı (MEB), geride bıraktığımız hafta içerisinde taşra teşkilatında görev yapmak üzere görevde yükselme yoluyla şube müdürlüğü kadrolarına atamaların yapılacağını duyurdu. Bakanlık açıklamasına göre atamalara esas olacak sınavlardan biri olan yazılı sınav 7 Şubat 2026 tarihinde gerçekleştirilecek ve sonrasında sözlü sınavlar yapılacak.
Yazılı sınavda 60 ve üzeri puan alan adaylar sözlü sınava girmeye hak kazanacak, sözlü sınavda ise 70 ve üzeri puan alanlar başarılı sayılacak. Atamalarda esas alınacak puan ise, yazılı ve sözlü sınav puanlarının aritmetik ortalaması alınarak hesaplanacak.
Bilindiği üzere, geçtiğimiz yıl mülakat mağduru öğretmenlerin verdikleri mücadele, mülakat sisteminin ne kadar eşitsiz, subjektif ve liyakat ilkesine aykırı bir değerlendirme aracı olduğunu kamuoyuna açık biçimde göstermişti. Bu deneyim, eğitim camiasında “mülakatın adalet ve eşitlik duygusunu zedelediği” yönünde güçlü bir farkındalık yaratmış durumda.
MEB’in bu süreçte şeffaf, objektif ve liyakate dayalı bir atama sistemi oluşturması, hem kurum içi güveni yeniden tesis edecek hem de yöneticilik kadrolarına duyulan toplumsal saygıyı artıracaktır.
Eğitim yönetiminde başarının ölçütü, kişisel ilişkiler değil bilgi, deneyim ve emek olmalıdır. Bu nedenle bir kez daha ifade ediyoruz: Mülakatsız, objektif ölçütlere dayalı bir atama sistemi mümkündür ve artık bir zorunluluk haline gelmiştir.
Öğretmenlerin Kıyafetleri Yerine Eğitimin Sorunlarıyla İlgilenilmeli
2025-2026 Eğitim Öğretim Yılı başlamadan önce Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yayımlanan genelgenin öğretmenlerin kıyafetleriyle ilgili bölümü daha önce de gündeme gelmişti. O dönemde yaptığımız değerlendirmede, her emekçi gibi öğretmenlerin de çalışırken ne giyeceklerine kendilerinin karar vermesinin evrensel bir hak olduğunu ifade etmiştik.
Öğretmenler, mesleklerinin saygınlığına ve gerekliliklerine uygun biçimde nasıl giyineceklerini bilirler. Bu alana yapılacak herhangi bir müdahale, yalnızca öğretmenlerin emekçi kimliğini zedelemekle kalmaz, aynı zamanda öğretmenin iradesini yok saymak anlamına gelir.
Ne var ki, geçtiğimiz hafta Bolu İl Milli Eğitim Müdürü tarafından yapılan açıklamada, söz konusu genelgeye atıfta bulunularak okullarda kıyafet denetimleri yapılacağı, kot, tişört ve şalvar gibi kıyafetlerin yasak olduğu belirtilmiştir.
Bir kez daha açıkça söylüyoruz: Öğretmenler ne giyeceklerini bilirler! Kıyafet denetimiyle öğretmenlik mesleğinin itibarı korunmaz. Yöneticiler, öğretmenlerin kıyafetleriyle değil; eğitimde yaşanan eşitsizliklerle, okul terkleriyle, taşımalı eğitimle, yoksullukla, öğretmenlerin geçim derdiyle ilgilenmelidir.
Çocuklarımızın eğitim hakkının kısaltılmadığı günlere ulaşmak dileğiyle, görüşmek üzere…