Dünya Öğretmenler Günü Kutlu Olsun 29 Eylül-5 Ekim 2025

UNESCO ve ILO tarafından 5 Ekim 1966 tarihinde Paris’te imzalanan “Öğretmenlerin Statüsü Tavsiyesi” ortak metni, öğretmenlik mesleğine dönük imzalanan ilk uluslararası belge olma özelliğini taşımaktadır. Bu tavsiye kararlarıyla öğretmenlerin toplumsal statüsü, mesleki hakları, çalışma koşulları ve mesleki gelişim olanakları güvence altına alınmaya çalışılmıştır.

UNESCO, 1994 yılında bu tarihi adımın yıldönümü olan 5 Ekim’i “Dünya Öğretmenler Günü” ilan etmiştir. O tarihten bu yana 5 Ekim, tüm dünyada öğretmenlerin emeğinin onurlandırıldığı, öğretmenliğin toplumsal öneminin hatırlandığı bir gün olarak kutlanmaktadır.

Ne var ki öğretmenler, mesleklerine dönük uygulanan politikalar, ekonomik sıkıntılar ve özlük haklarındaki sorunlar nedeniyle kendi günlerini doyasıya kutlayamamaktadır. Öğretmenlik mesleğinin toplumsal statüsünün ve algısının her geçen gün zayıfladığı, öğretmenlerin ise sayısız sorunla mesleklerini sürdürmeye çalıştığı bir ortamda kutlama yapmak çoğu zaman mümkün olmamaktadır.

Yöneticilerin ve siyasilerin hamasi nutuklarının aksine, öğretmenlerin önemli ekonomik ve mesleki sorunları vardır. Atama bekleyen yaklaşık bir milyon öğretmen, mülakatlarda elenenler, uzak yerlere re’sen atananlar, proje okullarından hukuksuzca gönderilenler, özel sektörde emek sömürüsüne uğrayanlar ve ücretli öğretmenlik yaparak asgari ücret maaşlarla geçinmeye çalışan yüz binlerce öğretmen, ülkemizin büyük bir sosyal gerçekliğini oluşturmaktadır.

Bu koşullarda öğretmenler, 5 Ekim Dünya Öğretmenler Gününde yalnızca tekrarlanan söylevleri değil, somut çözümleri beklemektedir. Atılması gereken en önemli adım, öğretmenlik mesleğinin bir ihtisas mesleği olduğunun bilincine yeniden varmak, ücretli öğretmenlik uygulamasına son vermek ve en az ücretli öğretmen sayısı kadar yeni öğretmen ataması yapmaktır.
Tüm sorunlara rağmen, dünya öğretmenleri geleceği öğrencileriyle birlikte şekillendirmeye ve dünyayı değiştirmeye devam ediyor, devam edecekler.

Dünya Öğretmenler Günümüz kutlu olsun.

Öğretmenler Yine Alanlarda, Yine Hak Arayışında

Mülakat mağduru öğretmenler, neredeyse bir yıldır maruz kaldıkları haksızlığın giderilmesi için mücadele etmeyi sürdürüyor. Kontenjan dahilinde olmalarına rağmen, mülakat komisyonlarının tartışmalı puanlama yöntemleri nedeniyle kontenjan dışına itilen 1611 öğretmen, ek atama yapılarak mağduriyetlerinin giderilmesini talep ediyor.

Daha önce defalarca Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) önünde seslerini duyurmaya çalışan öğretmenler, 4 Ekim Cumartesi günü bir kez daha Bakanlık önünde bir araya gelerek taleplerini yinelediler. 5 Ekim Dünya Öğretmenler Gününde de MEB önündeki oturma eylemlerini sürdürdüler.

Bu yılın Dünya Öğretmenler Gününün en anlamlı fotoğrafı, MEB önünde hak arayışına devam eden mağdur öğretmenlerin fotoğrafı oldu. Umuyoruz ki bu kez MEB, bu haklı sesi duyar; öğretmenlerin yaşadığı adaletsizlik son bulur ve arkadaşlarımız, kendi günlerinde, mücadelelerinin sonucu olacak güzel bir haber alırlar.

2024 KPSS sonuçlarına göre atanmayı bekleyen öğretmenler de düşük atama sayıları ve eşitsiz kontenjan dağılımları nedeniyle büyük mağduriyet yaşıyor. Atanma olasılığı giderek azalan bu öğretmenler, 4 Ekim’de Gaziantep’te bir araya gelerek seslerini yükselttiler. Daha önce birçok kentte benzer etkinlikler düzenleyen öğretmenlerin Gaziantep’ten yükselen çağrılarının da duyulması ve ek atama ile hem öğretmenlerin öğrencilerine kavuşması hem de öğrencilerin öğretmensiz kalmaması en büyük beklentidir.

Zorunlu Eğitimde Sona Doğru

Zorunlu eğitimin süresinin kısaltılmasına dönük kurgulanan sürecin sonuna gelindiği anlaşılmaktadır. Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin, 5 Ekim Pazar günü katıldığı bir televizyon programında yaptığı açıklamalarda, bu konuda kamuoyunda bir “beklenti” oluştuğunu belirterek, Bakanlığın hazırladığı raporun ilk kabine toplantısında sunulacağını ve olası bir değişikliğin gelecek eğitim yılına göre planlanacağını ifade etti.

Bu açıklamalar, zorunlu eğitimin süresinin kısaltılmasına dönük sürecin tamamlanmak üzere olduğunu göstermektedir. Ancak dikkat çekici olan nokta, bu fikri destekleyen “sivil toplum örgütleri” ve “sendikalar”ın hep aynı çevrelerden, aynı pencereden dünyaya bakıyor olmalarıdır. O pencere, çocuk işçiliğinin meşrulaştığı ve kız çocuklarını eğitim yaşamının dışına bırakıldığı bir dünyaya açılmaktadır.

Sermaye, ucuz işgücü için daha fazla çocuk işçiye ihtiyaç duymaktadır. Zorunlu eğitimin süresinin kısaltılması bu gereksinimin eğitim politikaları aracılığıyla karşılanmasının bir yoludur. Çünkü 16 yaşında zorunlu eğitim kapsamı dışına çıkan bir çocuğun önünde çoğu zaman tek bir seçenek kalmaktadır: düşük ücretli çıraklık ve kayıt dışı çalışma.

Zorunlu eğitimin kısaltılmasına gerekçe olarak sunulan bir diğer iddia ise “çocukların geç aile kurmasıdır.” Oysa çocukların erken yaşta aile kurmasından söz etmek bile, çocukluk kavramının inkârıdır. Bu tür argümanlar, eğitim politikalarının yansıması olamaz.

Tüm bu tartışmalar, sadece eğitim politikalarıyla sınırlı değildir. Eğitim, yeni bir rejim inşasının aracı haline getirilmektedir. Bu nedenle ısrarla söylüyoruz: Zorunlu eğitim tartışması yalnızca bir eğitim tartışması değildir; doğrudan geleceğimizle ilgilidir.
Şu ana kadar bu süreci sessizce izleyen eğitim alanındaki örgütlü yapıların artık sorumluluk alması gerekmektedir. Kamuoyunu bilgilendirmek, bilimsel ve toplumsal temele dayanmayan bu değişiklik girişimine karşı ses çıkarmak zorunludur. Toplumsal uzlaşı olmadan yapılacak bir değişiklik, yalnızca eğitimi değil, geleceğimizi de kısaltacaktır.

Eğitim Nereye?

Eğitim alanında yaşanan sorunları yazmaya, nedenlerini anlamaya ve çözüm önerileri sunmaya çalışıyoruz. MEB ise sorunları kabul ederek çözüm üretmek yerine, eğitim alanında sorun yaşanmadığı ve işlerin iyi gittiği algısını oluşturmaya çalışmaktadır. Oysa sorunun kabulü, çözümün de ilk adımıdır.

MEB, hafta içerisinde 2024-2025 eğitim-öğretim yılına ait verileri yayınladı. Verilere bakıldığında, yaptığımız eleştirilerde ne kadar haklı olduğumuz da ortaya çıkmış oldu. Okullaşma oranında ve öğrenci sayılarında yaşanan düşüş, eğitimden kitlesel kopuşların yaşandığını göstermektedir. İlkokul dışında tüm kademelerde okullaşma oranlarında düşüş yaşanması dikkat çekmektedir. Lise seviyesinde bu oran en yüksek düzeye ulaşmıştır. Ortaöğretimde bir önceki yıl %87,97 olan okullaşma oranı, 2024-2025’te %82,85’e gerilemiştir. Yaşanan bu büyük düşüşün bir bölümünün açık liseye geçişle açıklanması mümkün olsa bile, büyük çoğunluğun eğitim alanının dışına çıktığı anlaşılmaktadır.

Öğrenci sayılarının, resmi ve özel fark etmeksizin azalıyor olması da eğitimden kopan öğrencilere dair önemli ipuçları vermektedir. Resmi ortaöğretim kurumlarında kayıtlı öğrenci sayısı, bir önceki yıl 4 milyon 159 bin 331 iken 2024-2025’te 3 milyon 865 bin 331’e düşmüştür. Özel liselerde kayıtlı öğrenci sayısı 562 binden 509 bin 34’e, açık lise öğrenci sayısı ise 1 milyon 75 bin 550’den 954 bin 777’ye gerilemiştir. Ortaöğretimde öğrenci sayısında yaşanan bu düşüş mutlaka ayrıntılı olarak araştırılmalı ve eğitimin dışına çıkan çocukların nerede olduğu tespit edilmelidir.

Taşımalı eğitimle ilgili veriler de ayrıca önemlidir. MEB, taşımalı eğitimi eğitimde kapsayıcılığın, erişilebilirliğin ve fırsat eşitliğinin somut göstergesi olarak sunsa da rakamlar aynı şeyi söylememektedir. Taşımalı eğitimden yararlanan öğrenci sayısı, bir önceki yıl 394 bin 534 iken 2024-2025’te 281 bin 517’ye gerilemiştir. Bir yıl içinde taşımalı eğitimden yararlanan öğrenci sayısında 113 bin 17, yani %28,6 oranında azalma yaşanmıştır. Bu denli büyük bir azalmanın nedenleri kamuoyuyla paylaşılmalıdır.

Veriler, okul öncesi eğitimin Diyanet İşleri Başkanlığı başta olmak üzere MEB dışındaki kurumlara bırakıldığını da göstermektedir. Diyanet’e bağlı okul öncesi kurumların sayısındaki artış bu durumu açıkça ortaya koymaktadır. Sadece bir yıl içinde bu kurumların sayısı 5 bin 306’dan 6 bin 459’a yükselmiştir.

MEB’in açıkladığı istatistiklerin kuşkusuz değerlendirilmesi gereken pek çok boyutu vardır. Ancak genel olarak bakıldığında, oluşturulmaya çalışılan algının aksine eğitim alanında önemli sorunların yaşandığı anlaşılmaktadır. Eğitim, çocuklarımızın ve dolayısıyla ortak geleceğimizin şekillenmesinde en önemli araçtır. Bu nedenle yaşanan sorunları yok saymak yerine önce kabul etmek, ardından da çözüm üretmek gerekmektedir.

Üniversiteyi Savunmak

YÖK Başkanı Erol Özvar, YÖK’ün 2030 yılı stratejik planını açıkladı. Özvar, 2030’a Doğru Türk Yükseköğretim Vizyonu Bölgesel Toplantıları” gerçekleştirdiklerini ve toplantı çıktılarını bir genelge şeklinde tüm üniversitelere gönderdiklerini ifade ederek dört başlık altında bir eylem planı oluşturduklarını belirtti.

Yükseköğretim Kurulu (YÖK) tarafından açıklanan 2030 stratejisi; “Türk yükseköğretimini uluslararası düzeyde rekabetçi ve etkili kılma” amacı üzerine inşa edilmiş. Strateji belgesinde YÖK, eğitimde kalite, bilimsel üretkenlik, uluslararasılaşma ve stratejik coğrafyalarda bilim diplomasisi gibi hedefleri ön plana çıkarmaktadır. Ancak bu adımların niteliği ve uygulama biçimi, üniversitelerin varoluş nedeni ile çelişmektedir.

YÖK tarafından hazırlanan stratejik plan, üniversiteleri insan, doğa ve toplum yararına bilim üreten kurumlar olmaktan çıkararak piyasanın aracı haline dönüştürmektedir. Öğrenciler ve bilim insanları, bilimin toplum yararına üretilmesi yerine, uluslararası sıralamalarda başarı ve ekonomik çıktı hedeflerine odaklanmaya zorlanmaktadır. Üniversite karar süreçlerinde bilim insanlarının, öğrencilerin ve diğer bileşenlerin dahil edilmemesi, stratejinin piyasa odaklı niteliğini daha da güçlendirmektedir.
Stratejinin bir diğer tartışmalı yönü de, bölgesel kalkınma ve uluslararasılaşma hedeflerinin, üniversitelerin toplumsal sorumluluk ve eleştirel düşünce üretme kapasitesini ikinci plana atmasıdır. Bilimsel üretkenlik ve küresel sıralamalarda başarı, eğitim ve araştırmanın topluma hizmet eden yönüyle dengelenmediği sürece, üniversiteler kaçınılmaz olarak yalnızca ekonomik ve rekabetçi hedeflerin araçları haline gelecektir.

2030 stratejisi, yükseköğretim politikalarının piyasa mantığıyla şekillendirildiğini ve üniversite bileşenlerinin karar süreçlerinden dışlandığını göstermektedir. Bu durum, üniversitenin toplumsal sorumluluklarından uzaklaşması, akademik özerklik ve eleştirel düşüncenin zayıflaması riskini beraberinde getirecektir.

Sonuç olarak, YÖK 2030 stratejisi, üniversiteleri küresel rekabet ve ekonomik çıktı odaklı araçlar hâline getirirken, insan, doğa ve toplum yararına bilim üretme özelliğini yok saymaktadır. Bu yaklaşım, üniversitelerin üzerinde inşa edildikleri zeminden uzaklaşmasına neden olacaktır. Önümüzdeki dönem üniversiteyi savunmak öncelik olmalıdır.

Milli Eğitim Akademisi

Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin, İstanbul’da katıldığı bir programda yaptığı konuşmada Milli Eğitim Akademisinin üç temel işlevi olacağını açıkladı. Buna göre Akademi; öğretmen istihdam sürecinden sorumlu olacak, öğretmenlerin beşer yıllık periyotlarla mesleki gelişim eğitimlerini düzenleyecek ve eğitim yöneticilerinin eğitimini yapacak.

Her şeyden önce öğretmenler eğitim fakültelerinde yetişir; Milli Eğitim Akademisi’nde değil. Öğretmen yetiştirme görevinin fakültelerden alınarak bakanlığa bağlı bir “akademi”ye devredilmesi, öğretmenlik mesleğinin bilimsel ve pedagojik temellerinden uzaklaştırılması anlamına gelir. Bu adım, yükseköğretim kurumlarının işlevini zayıflatırken öğretmenlik mesleğini de teknokratik bir yetiştirme modeline indirgeme riskini taşımaktadır.

İkinci olarak, öğretmenlerin beşer yıllık periyotlarla mesleki gelişimlerinin düzenleneceği yönündeki ifade muğlaktır. Bu tür düzenlemelerin zamanla mesleki performans ölçümü veya yeterlilik değerlendirmesi mekanizmasına dönüşmesi olasılığı yüksektir. Nitekim bu yaklaşım, daha önce yayımlanan bazı strateji belgelerinde de yer almış, öğretmenlerin sürekli denetime tabi tutulacağı bir sistemin sinyalleri verilmiştir. Oysa öğretmenlerin mesleki gelişimi kuşkusuz önemlidir; ancak bu gelişim, ölçme ve sıralama mantığına dayanan bir denetim aracına dönüştürülmemelidir.

Üçüncü olarak, Bakanın ifade ettiği biçimiyle “eğitim yöneticilerinin eğitimi” işlevi, öğretmenlik mesleğinin doğasına aykırı bir yönelimi yansıtmaktadır. Eğitim yöneticiliği, öğretmenlikten bağımsız bir meslek değil, öğretmenliğin içerisinden doğan ikincil bir görevdir. Bu görevi kurumsal bir “yönetici yetiştirme programına” dönüştürmek, öğretmenliği parçalayarak yeni bir meslek hiyerarşisi yaratma tehlikesi taşımaktadır.

Sonuç olarak, Milli Eğitim Akademisi öğretmenlik mesleğini güçlendirmekten ziyade onu idari kontrol altına alan bir yapıya dönüşme riski taşımaktadır. Eğitim fakülteleriyle birlikte, öğretmenlerin mesleki özerkliğini, bilimsel temelli yetişme sürecini ve meslek içi dayanışmasını korumak, bu süreçte en önemli sorumluluktur.

Sonbaharın tüm güzellikleriyle yaşandığı günler dileğiyle, görüşmek üzere…

Paylaş:

Bir yorum yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Fill out this field
Fill out this field
Lütfen geçerli bir e-posta adresi yazın.
You need to agree with the terms to proceed

Hanna’nın Utancı: Okuryazarlığımızın Geleceğine Bir Bakış
Örgütlü Cehaletin Seçeneği