Hanna’nın Utancı: Okuryazarlığımızın Geleceğine Bir Bakış

Kategori : Eğitim Dünyası

“Hanna okulda neler öğrendiğimizi sordu. Ona Homeros’un destanlarından, Cicero’nun söylevlerinden ve Hemingway’in yaşlı adamından, onun balık ve denizle mücadelesinden söz ettim. Yunanca ve Latince’nin kulağa nasıl geldiğini duymak istedi, ben de ona Odysseia’dan ve Catilina söylevinden bölümler okudum.”

Size, bir kadının yeniyetme sevgilisiyle erotik buluşmalarının sonunda kitap okunduğu bir romandan alıntı paylaştım. Romanın ilk yarısı, okumaya tutkun bir kadının serüveni gibi başlıyordu. Genç sevgilisi Michael, her buluşmalarında ona Hemingway, Homeros ve Cicero gibi yazarların klasikleşmiş eserlerinden bölümler okuyordu. Kitap okuma seansları, her buluşmayı daha ilginç bir hale getiriyordu. Ancak bu ilişki, Hanna’nın hiçbir açıklama yapmadan ortadan kaybolmasıyla sona erdi. En azından biz öyle sanıyorduk. Ta ki yıllar sonra, yolları bir mahkeme salonunda yeniden kesişene dek. Bu kesişme, kitabı oldukça ilginç bir noktaya taşıdı. Michael, hukuk fakültesinden mezun olmak üzereydi ve mahkemeyi takip ediyordu. Hanna’ysa sanıktı. Neydi Hanna’nın suçu? Neden yıllar önce kaybolmuştu? Tabii ki bu soruların cevabını vermeyeceğim, çünkü bunu yaparsam Bernhard Schlink’in Okuyucu adlı romanını tüm ayrıntılarını size anlatmış olurum ki bu da kitabı okumayı düşünenlere haksızlık olur. Yalnız bu romanın bende yarattığı etkiyi size bir nebze hissettirebilmek için biraz daha anlatmaya mecburum.

Hanna, savaş sırasında bir Nazi kampında görev almış; hakkında ileri sürülen suçları da bu görev sırasında işlediği iddia edilmiştir. Hanna, bir kilisede tutulan Yahudi grubunun ölümüne neden olmakla suçlanıyordu. Michael ise sevdiği kadının böylesi korkunç bir suça karışıp karışmadığını anlamak üzere mahkemenin her duruşmasını kaçırmadan izliyordu. Mahkemede tek sanık Hanna değildi. Ancak yargıcın bir günah keçisine ihtiyacı vardı ve diğer sanıklar, en zayıf halka olarak Hanna’yı seçmişti. Bu duruma mahkeme boyunca Hanna’nın tutumları da imkân sağlamıştı. Hanna, kilisede yanarak ölen Yahudilerle ilgili tutanağı kendisi yazmadığı hâlde, bu raporu yazdığını kabul ederek yaşanan vahşetin liderliğini üstlenmek zorunda kalmıştır. Hanna yazmadığı bir rapor için neden sessiz kalmıştı? Hanna’yı sessizliğe mahkûm eden şey, utancıydı. Bu öyle bir utançtı ki, Hanna böyle büyük bir suçu üstlenmeyi bile göze almıştı. Hanna okuma yazma bilmiyordu. Hanna için bu büyük bir utançtı; hatta onun bir cani olarak tarihe geçmesinden bile daha büyük.

Bayeux Duvar Halısı

Hanna’nın yaşadığı bu bireysel dram aslında tarihin büyük dönemlerinde toplumların da sorunuydu. Bayeux Duvar Halısı’nı daha önce duymuş muydunuz? Bu halı, Orta Çağ sanatının önemli bir eseridir; 1066 yılında Normandiya Dükü’nün İngiltere’yi fethini çevreleyen olayların hikâyesini anlatır. Halı, eni 50 cm, uzunluğu 70 m olan ve dev bir çizgi romanı andıran bir halıdır. Halının 11. yüzyıla ait olduğu düşünülmektedir. Bu şekilde resimlendirilmesinin başlıca sebebi, okuma bilmeyen halka tarihlerini aktarabilmekmiş.

Yüksek Orta Çağ’da — Avrupa tarihinin MS 1000’den 1300’e kadar süren dönemi — toplumun alt kesimi, okuryazarlığı genellikle “toprak taleplerini güvenceye alacak, ölüleri anmaya yarayacak ve Tanrı’yı ve doğaüstü güçleri yardıma çağıracak…” (1) bir araç olarak görüyordu. Ayrıca bu dönemde aristokrasi de okumayı konumlarına pek uygun bulmuyor, okumaktan kaçınıyordu. Bu nedenle bu dönemde toplumun büyük çoğunluğu cahildi, okuryazar olma durumu da rahiplere ve kâtiplere mahsus bir “zanaat” tı.

Peki, Yüksek Orta Çağ döneminde nüfusun yüzde kaçı okuyabiliyordu? “Metropol sayılabilecek büyük merkezlerde bu oran belki %5’e kadar çıkıyordu… Kırsal kesimlerde ise en fazla %1’di.” (2) Bu dönemin kütüphanelerinin de kitap sayısı açısından sınırlı olduğu bilinmektedir. “Batı Avrupa’da kitap sayısı 2000’i aşan ilk kütüphane, Avignon’daki papalık kütüphanesiydi.” (3)

Gutenberg Adlı Bir Kuyumcu

Okuryazarlığın kaderi Mainz kentiyle değişmeye başlamıştı. Mainz kentinde doğan Gutenberg adlı bir kuyumcu, 1447 yılında hareketli parçalarla yazı baskısını Avrupa’da başlatarak okumanın yaygınlaşmasının önünü açmıştı. Matbaanın Avrupa’ya gelişinin ardından sadece iki neslin geçmesiyle, okuryazar sayısı on binlerden yüzbinlere çıktı.

Matbaa, kâğıda kolayca erişilebilmesi sayesinde oldukça başarılı oldu. Kâğıdın sunduğu ucuz ve seri üretim, matbaanın avantajıydı. Matbaadan önce kitap pahalı bir yatırım nesnesiyken, matbaayla basit ve zarif bir öğrenme aracına evrildi. 15. yüzyılda gerek kentli orta sınıfın yükselişi gerekse matbaanın yaygınlaşmasıyla, Avrupa’nın başlıca öğretim merkezlerinde skolastik düşüncenin koltuğu sallanmaya başladı. Aynı zamanda okumanın bireyselleşmesi, bireyin yaşamı sorgulamaya başlamasını sağladı. Bu köklü değişikliğin sonucu Rönesans’ı getirmişti. “ Kitap, 15. yüzyılın sonlarına gelindiğinde eğitimli toplumun bilgiye erişimdeki en önemli aracı olarak kabul edilmişti. (4)

17. yüzyıldaysa Batı’da okuryazarların sayısının artmaya başladığını dönemin Avrupa duvarları, kapıları, direkleri bize anlatır; çünkü buralar ilanlar, pastoral mektuplar, akademik meydan okumalar, etkinlik duyuruları ve prenslerin fermanlarıyla süslüydü. Yayıncılık faaliyetlerinde artış da bu gerçeği gösteriyordu; sadece Paris’te 1649’la 1653 arasında binlerce kısa süreli yayın basılıp dağıtılmıştı. 18. yüzyılda okuryazarlık toplumun orta tabakalarına yayılırken, 19. yüzyılla birlikte artık hem kentlerde hem de kırsalda alt sosyal sınıflara da ulaşmıştı.

“ 1850 itibarıyla okuryazarlık, Avrupa’nın kuzeyini zenginleştirirken, okuma yazma bilmemek de güney ve doğu bölgelerinde ilerlemenin önünde büyük engel teşkil ediyordu. Nüfusunun %90’ı okuryazar olan İsveç, Avrupa’da okuma oranlarında lider konumdaydı; onu %80 oranıyla İskoçya ve Prusya takip ediyordu. İngiltere ve Galler’de okuryazarlık oranı %65’le %70 arasındayken, Fransa’da bu oran %60’tı. İspanya’nın ancak %25, İtalya’nın %20 okuryazarlık oranına sahip olduğu görülüyordu ve bunları Yunanistan ile Balkan ülkeleri takip ediyordu. Rusya’daysa okuryazarlık oranı, Batı Avrupa’nın üç yüzyıl önce ulaştığı bir seviyede, yalnızca %5 ile %10 arasındaydı.”

Osmanlı’da Okuryazarlık

Peki, biz de durum neydi? Osmanlı’da halk çocukları için eğitim, Arapça bilmeyen Türk çocuklarına da dini öğretmek amacıyla Sıbyan Mektebi ya da Mahalle Mektebi denilen okullarda ezbere dayalı bir eğitim uygulanıyordu. Bu okullarda okuryazarlık ikinci planda kalıyordu. Halk için ezberleme aşaması bitince eğitim de sonlanıyordu. 20. yüzyılın başlarında bile Osmanlı’da en iyimser rakamlara göre, toplumun ancak %10’u okuryazardı. Okuryazar nüfusun önemli kısmı gayrimüslimdi, okuryazarlık oranı yüksek olan bir diğer kesim de Seyfiye sınıfıydı, ancak savaşlarda çok fazla rütbeli şehit verdik; özellikle Milli Mücadele döneminde birçok yetişmiş subayımızı kaybettik. Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte okuryazar sayımızı artırma çabası içinde olduk. Ancak Harf Devrimi’nden önce yapılan sayıma göre, henüz önemli bir yol kat edemediğimiz ortadaydı, sayımın sonucuna göre Türkiye genelinde Arap harfleriyle okuma yazma oranı %8,61; 7 yaş üzeri nüfustaysa %10,6 olarak ölçülmüştü. Harf Devrimi ve eğitim alanındaki başarılı hamlelerin sonuçları sekiz yıl sonra, 1935’te yapılan ikinci genel nüfus sayımında kendini göstermişti. Okuryazarlık oranı kısa sürede iki katına çıkarak %16’ya yükselmiştir. Ancak çağdaş toplumları yakalama hedefi olan Cumhuriyet için bu oran yeterli değildi. Eğitim alanında yapılan hamleler devam etmiş; özellikle 1940 yılında kurulan Köy Enstitülerinden mezun olan öğretmenlerin kırsalda gösterdiği büyük çaba sayesinde, 1950’li yıllarda bu oran %40 seviyelilerine ulaşmıştır. 2023 yılı itibarıyla TÜİK verilerine göre okuryazar sayımız %97,6’dır (TÜİK istatistiklerine pek güvenmediğimi belirtmek isterim.), ancak bugün, Türk Devrimi’nin pek çok kazanımında geri adımların atıldığı bir dönemi yaşıyoruz. Bu geri gidiş en çok eğitim alanına sirayet etmiştir. 4+4+4 süreci öncesinde Cumhuriyet’in okullaşma oranı %98,9’du. 4+4+4 süreciyle birlikte okuldan, eğitimden uzaklaşmanın önü açıldı. Eğitim Reformu Girişimi’nin analizine göre, okul dışında kalan çocuk sayısı %38,4 arttı. Böylece zorunlu eğitimde olması gereken 200 bine yakın çocuk daha eğitim dışına çıktı. Okuldan ayrılmaların %74’ü ortaöğretim seviyesinde yaşandı. 14-17 yaş aralığındaki bu çocukların sayısı geçen yıla kıyasla 168 bin artarak 452 bine ulaştı. Yaş gruplarına göre bakıldığında, 6-9 yaş grubunda yaklaşık 73 bin 872 çocuğun, 10-13 yaş grubunda yaklaşık 86 bin 269 çocuğun, 14-17 yaş grubunda yaklaşık 452 bin 672 çocuğun eğitim dışında olduğu görülüyor.

İktidarsa yanlış eğitim politikalarının sonuçlarının faturasını karma eğitime kesmekte ya da gizli gündemlerine kılıf aramaktadır. Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin, 2023 yılının yazında yaptığı açıklamada kız çocuklarını okula göndermeyen ailelerin “Ben çocuğumu erkeklerle aynı okula göndermek istemiyorum” dediğini söyleyerek “Milli Eğitim olarak birincil hedefim okullaşmayı sağlamak. O zaman veliyi ikna etmek için biz, gerekirse kız okulları da açabilmeliyiz. Veli isterse çocuğunu kız okullarına gönderebilmeli, isterse erkeklerin gittiği okullara gönderebilmeli” ifadelerini kullandı. Açıkçası hedeflerinde, karma, demokratik eğitim ve laiklik var. Eğer bugün eğitimdeki bu gerilemeye dur demezsek, Hanna’nın yaşadığı utancı, kendi toplumumuzda daha fazla insanın yaşamasına seyirci kalacağız.

 

 

[1] Steven Roger Fischer, Okumanın Tarihi,  Çeviren: A. Handan Konar, Türkiye İş Bankası Yayınları,  1. Basım, 2025, İstanbul,  s: 135

[2] a.g.e. , s:138

[3] a.g.e. , s:138

[4] a.g.e. , s:177

[5] a.g.e. , s:238

Paylaş:

Bir yorum yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Fill out this field
Fill out this field
Lütfen geçerli bir e-posta adresi yazın.
You need to agree with the terms to proceed

Matematik Tarihindeki Hayal Kırıklıkları
Dünya Öğretmenler Günü Kutlu Olsun 29 Eylül-5 Ekim 2025