Geride bıraktığımız haftanın en önemli başlıklarından biri yargının mülakata karşı açılan bir davada yürütmenin durdurulması kararı vermesi oldu. Mülakat mağduru öğretmenlerin hak mücadelesi tüm zorluklara ve engellemelere rağmen 105 gündür devam ediyor. Mağdur öğretmenler maruz kaldıkları eşitsizlikleri ve adaletsizliği tüm kamuoyuna olanca açıklığı ile anlattılar ve anlatmaya da devam ediyorlar. Öğretmenler bir taraftan mücadele ederken diğer taraftan da yargı aracılığıyla haklarını aramaya çalışıyorlar; yargıda hak arayışına sendikalar da hukuki destek vererek katkı sunmaya çalışıyorlar.
Türk Eğitim Sen tarafından Ankara 19. İdare Mahkemesine mülakat mağduru öğretmenlerden biri adına açılan davada mahkeme “mülakatın yürütmesinin durdurulması” kararını verdi. Kararın gerekçesi olarak ise mülakat komisyonunun verdiği puanların “objektif ve geçerli olmamasını” gösterdi. Bir ölçme ve seçme aracı olarak mülakatta objektifliğin sağlanmasının zorluğu zaten pek çok kesim tarafından ifade edildi ve MEB’e bu konuda oldukça fazla uyarı iletildi. Mülakatta objektifliğin sağlanmasının güçlüğü, MEB tarafından uzman öğretmenlik ve baş öğretmenlik eğitimleri için hazırlanan videolarda dahi yer almıştı.
Ankara 19. İdare Mahkemesi, mülakatın yürütmesinin durdurulması gerektiğini, aksi takdirde “telafisi mümkün olmayan sonuçlar” oluşabileceğini kararının gerekçesi olarak belirtti; söz konusunu mülakat sonuçlarının uygulanmaya devam etmesi halinde kadrosuzluktan kaynaklı davacının ileride çalışma hakkının zedelenebileceği bu nedenle de söz konusu işlemin yargı süreci bitene dek yürütmesinin durdurulmasına oybirliği ile karar verildi.
MEB, ya yargı kararında belirtilen gerekçeleri dikkate alarak mülakat mağduru öğretmenlerin maruz kaldıkları eşitsizlikleri gidermeye karar verecek ve ek atama ile sorunu çözecek ya da yargı kararına itiraz edecek ve yargı süreci bitene dek yeni bir uygulama yapmayacak. Açılan davanın bireysel bir dava olmasından kaynaklı şekli olarak geneli etkilemeyeceği ifade edilebilir ancak mülakat puanlaması konusunda mahkemenin işaret ettiği “objektif olmama” konusu MEB tarafından mutlaka dikkate alınmalıdır.
MEB’in ne yapacağını önümüzdeki günlerde göreceğiz ancak ne yapılması gerektiğini sanırım tüm kamuoyu biliyor: MEB, acilen 105 gündür sokaklarda, MEB önünde haklarını arayan öğretmenlerin sorununu çözmek, mağduriyetlerini gidermek için ek atama yapılması çalışmalarına başlamalı.
2024 KPSS sonuçlarına göre atama bekleyen öğretmenlerin de benzer sorunları yaşamaması için, artık geçersizliği ve objektif olmaması yargı kararı ile de sabit olan, mülakat uygulaması tamamen kaldırılmalı ve öğretmenler sınav sonuçlarına göre atanmalıdır.
Her Yerde Mülakat Her Yerde Sorun
MEB’in mülakat ısrarı her alanda karşımıza çıkmaya devam ediyor. Eğitim kurumları için yönetici atama takvimi 11 Şubat tarihinde yayınlandı; takvime göre eğitim kurumlarına ilk defa yönetici olarak atacakların mülakatları 20-26 Mayıs 2025 tarihleri arasında yapılacak. Öğretmen istihdamında yaşanan “mülakat” sorunu daha çözülmeden, ortada da bir mahkeme kararı varken, şimdi de yönetici atamalarında yeni bir mülakat süreci yaşanmak durumunda kalınacak.
Mülakatın istenmeyeni elemenin en etkili aracı olduğunu göz önüne bulundurduğumuzda, müdür-müdür yardımcısı atamalarında, iktidara muhalif veya onlar gibi düşünmeyenlerin atanmaması için MEB tüm eleştirilere rağmen mülakatı kullanacak.
Yaşananlar açık olarak göstermektedir ki atamalarda ve görevlendirmelerde liyakat esas alınmadığı sürece eğitim alanında yaşanan sorunlar artarak devam edecektir. Liyakat dikkate alınmadan, siyasal ve sendikal yakınlığa göre eğitim yöneticilerinin atanması, eğitim alanında yaşanan sorunların önemli nedenlerinden biridir; mülakatta ısrar sorunların devam edeceği anlamına gelir.
Proje Değil Belirsizlik ve Bilinmezlik
Liselerde çalışan öğretmenlerin bu hafta en önemli gündemi “proje okullarına” öğretmen atama ve yönetici görevlendirme başvurularının başlamasıydı. 12-19 Şubat tarihleri arasında öğretmenlerin ve yöneticilerin tercihleri alınacak ve Nisan ayı başında da atama sonuçlar açıklanacak.
Atamaların nasıl ve hangi ölçülere göre yapılacağı bilinmiyor; proje okullarına atama yetkisi doğrudan Milli Eğitim Bakanında olduğu için MEB muhtemelen merkezi olarak bu konuda bir inisiyatif kullanacaktır. Ancak söz konusu inisiyatif bir idari işlemin tesisi için kullanılacak ve hukuk devletinde kabul edilemeyecek bir biçimde bu idari işlemin nasıl yapılacağı mevzuatla düzenlenmiş durumda değil. Bu alanda oluşan belirsizliğin ve buna bağlı olarak oluşan kaygının, öğretmenlerin “karar alma gücünü elinde bulundurana” daha fazla tabi olmalarına neden olmaktadır.
Kurallara ve ilkelere bağlı olmayan, yani gücü elinde bulunduranın kararlarına ve tercihlerine bağlı olan bir kamu yönetimi yaklaşımını son dönemde her alanda görmekteyiz; belirsizlik ve bilinmezlik üzerine inşa edilen bu işleyiş her aşamada son sözü söyleyecek yöneticiye bağlı olarak devam ediyor. Proje okulu uygulaması, ifade edilen belirsizlik ve bilinmezliğin hakim olduğu bir alana dönüşmüştür, bu haliyle de sürdürülmesi mümkün değildir. Sadece atama ve görevlendirme açısından değil, pek çok bakımdan sorunlu olan proje okullarını tartışmak ve bu uygulamanın sonlanmasını yüksek sesle artık talep etmek gerekmektedir.
İşletme Değil Üniversite
YÖK Başkanı Erol Özvar 9 Şubat tarihinde “Yükseköğretimde Uluslararasılaşma Strateji Belgesini (2024-2028)” açıkladı. Belgeye göre Türk bilim insanlarının envanteri oluşturulacak; Azerbaycan ve Özbekistan’dan sonra Balkanlar, Orta Doğu, Orta Asya ve Afrika’da Türk üniversitelerinin kampüs açmaları teşvik edilecek; Türkiye’de uluslararası öğrencilerin oranı % 8 ve bu oranla Türkiye dünya genelinde 8. sırada, uluslararası öğrencilerin sayısının 500 bini aşması sağlanacak. Strateji belgesini açıklayan YÖK başkanı, belgeye ruhunu veren ve belirleyen yaklaşımı tek cümleyle ifade etti: “Türkiye’yi yükseköğretimde uluslararası cazibe merkezi haline getireceğiz.”
Şehir hastanelerinin inşası sürecinde sağlık kuruluşlarının “uluslararası cazibe merkezi” haline getirileceğini çokça işitmiştik; söz konusu ifade sağlık gibi kamusal bir hizmetin nasıl ticari bir metaya dönüştürüldüğünü açık hale getiriyordu. YÖK tarafından hazırlanan strateji belgesinin de, içeriği incelendiğinde, aynı bakış açısıyla hazırlandığı anlaşılmaktadır. Uluslararası öğrencilerin küresel bir pazar olarak görüldüğü ve bu pazardan pay almanın önemsendiği belgeden anlaşılmaktadır: “Türkiye’deki uluslararası öğrenci sayısının 500 bini aşarak ülkemizin uluslararası öğrenci küresel payının %6.25’e çıkması sağlanacak.“
Strateji belgesi, yükseköğretimin piyasanın koşullarına ve gereksinimlerine göre yapılandırılması hedefinin sonuçlarından biri olarak hazırlanmıştır ve bundan dolayı da üniversitelerin bir taraftan küresel cazibe merkezi haline getirilerek “rekabet” güçlerinin artırılması ve bu sayede uluslararası öğrenci sayısının artırılması hedeflenmekte diğer taraftan da farklı ülkelerde açılacak kampüsler ve diğer girişimlerle etki ve faaliyet alanlarının genişletilmesi planlanmaktadır.
Üniversiteler küresel piyasada rekabet edebilen finansal kuruluşlar değil yükseköğretim kurumlarıdır ve temel işlevleri “insan, doğa ve toplum yararına bilim” üretmektir. Üniversitelerin bu işlevlerini sürdürebilmeleri ise ancak idari ve mali açıdan özerk olmaları ile mümkündür; sadece siyasi iktidardan değil aynı zamanda da sermayeden ve farklı güç odaklarından özerk olmak, üniversiteler açısından belirleyici öneme sahiptir.
Büyük Sermaye Rakip İstemiyor
MEB, valiliklere gönderdiği bir yazı ile özel öğretim kurumlarının marka adlarını başka kişilere kullandırabilmesi için en az 5 kuruma sahip olma şartı getirdi. Özel öğretim kurumları marka lisans sözleşmesi yapmadan önce en az 5 şubeye sahip olmak zorunda olacaklar. MEB’in yazısı kimi yayın organlarınca “eğitimde kaliteyi artırmak” amacıyla alınan bir önlem olarak değerlendirilse de konunun farklı boyutları olduğu açıktır.
Bu yeni uygulama ile 5’ten az şubesi olan özel öğretim kurumlarının zincir özel öğretim kurumları ile rekabet etme olasılığı ortadan kalkmaktadır; bu yeni uygulama ile büyük ve yaygın özel öğretim kurumlarının alanı tamamen kaplayarak tekelleşecekleri de açıktır. Sorunun asıl kaynağı ise eğitim alanının piyasaya açılarak ticarileşmesindedir. Eğitim kamusal bir hizmettir ve her kamusal hizmet gibi tüm yurttaşların eşit ve ücretsiz yararlanması gereken bir haktır; böylesi temel bir hakkın alınır satılır hale getirilmesi sermaye kesimlerinin iştahını kabartmaktadır.
Kamu okullarında yaşanan sorunlar; özellikle eğitimin içeriğinin dinselleştirilmesi ve laiklik karşıtı faaliyetlerin yaygınlaşması ailelerin çocukları için laik ve bilimsel eğitime olan talebini artırmaktadır. Özel okulların yaygınlaşmasını destekleyen unsurlardan biri de işte bu taleptir. Talebin artmasına bağlı olarak bu alanda yaşanan rekabet de artmaktadır. Olması gereken ise kamusal eğitimin yaygınlaşması ve erişilebilir olması, kamusal eğitim talebinin çok daha güçlü ve yaygın olarak seslendirilmesidir.
Laik Eğitim Laik Yaşam
Eğitim alanında yaşanan laiklik karşıtı uygulamaları ve MEB’in kimi vakıflar ve derneklerle yaptığı işbirlikleri ile dini yapılara alan açtığını sık sık ifade etmek durumunda kalıyoruz. Sözü edilen faaliyetlere örnek bu defa Tekirdağ Çerkezköy’den geldi. Kimi vakıf ve dernekler 16 Şubat Pazar gününe bir çocuk cami buluşması organize etti. Ancak bu defa bu buluşmayı diğerlerinden ayıran özellik ise etkinlikte bir “youtuber”ın da, yani youtube adlı sosyal medya uygulamasında içerik üreten bir kişinin konuşmacı olmasıydı.
Çağrıcı kurumlar aldıkları onayla söz konusu buluşmanın ilkokul ve ortaokul öğrencilerine duyurulmasını da ayrıca sağlamış oldular ve etkinlik duyurusu okullarda yapıldı. Bu etkinlik içerik, mekan, çağrı şekli ve konuşmacının ticari faaliyet sürdürmesi açısından sorunludur. Öğrencilerin dinleyeceği kişi ürettiği içeriklerle ekonomik kazanç sağlayan biridir, söz konusu çağrı ile dolaylı olarak da olsa bir ticari faaliyete destek olunmaktadır.
Etkinlik, MEB ile çok sayıda protokol imzalayan iki vakfın Çerkezköy temsilcilikleriyle ilçe içerisinde kurulmuş bir dernek tarafından düzenlendi; bu yapıların kendi kanalları aracılığıyla çağrı yapmaları yeterli görülmemiş olmalı ki MEB tarafından da okullarda duyuru yapılması istenmiştir. MEB, bazı derneklere ve vakıflara daha yakın bazılarına da daha uzak olmamalıdır, bir kamu kurumu olarak tüm vakıf ve derneklere eşit mesafede olması gerekir. Öğrencilere bazı kurumların yaptığı etkinliklerin çağrısını duyurmak yerine öğrencilerin üstün yararını gözetmelidir; bunu yaparken de Milli Eğitim Temel Kanununun 12. Maddesinin giriş cümlesinde ifade edilen, eğitimde laikliğin esas olması ilkesini sürekli göz önünde bulundurmalıdır.

























