Gecikmiş “Kitaplar Arasında” yazısı için üç kadın yazar aklımdaydı. Birincisi henüz kitaplarını okuyamadığım ama edebiyat dünyasında erken yaşta yakaladığı başarı ile dikkat çeken 1996 doğumlu R. F. Kuang’dı.
Kuang, 29 Mayıs 1996’da Guangzhou’da doğar ve dört yaşındayken ailesiyle birlikte Amerika Birleşik Devletleri’ne göç eder. Çocukluğu Dallas’ta geçer. Tarih bölümünde okumak üzere üniversiteye başlar. Henüz öğrenciyken, tartışma koçluğu yaptığı sene, on dokuz yaşında Haşhaş Savaşı’nı yazmaya başlar. 22 yaşına varmadan yayınlanan Haşhaş Savaşı çok olumlu yorumlar alır ve Kuang’ın edebiyat dünyasına güçlü bir giriş yaptığı kabul edilir. Haşhaş Savaşı’nın çerçevesini, yirminci yüzyıl ortalarındaki Çin’in atmosferi ve politikaları çizer. Hayatımıza Game of Thrones adıyla giren, Buz ve Ateşin Şarkısı serisiyle bir patlama yaşayan, karanlık fantezi (grimdark fantasy) türüyle anılan kitap, sonraki iki kitapla birlikte bir üçlemeye dönüşür. İkinci kitap Ejderha Cumhuriyeti’ni, Yanan Tanrı izler.
Üçlemeden sonraki kitap, Babil ya da Şiddetin Gerekliliği: Oxford Çevirmenler Devriminin Gizemli Hikayesi başlığını taşır. Bu kitapla yazarımızın şimdi de daha önce hiç yapılmamış bir şeyi yaptığı öne sürülür. (Türkçede bu kitaplar İthaki Yayınları tarafından basıldı.)
Yeterince merak oluştu değil mi? Benim merakım ise bunlardan habersiz yakınımdaki iki gencin konuşmalarını dinlerken oluştu. Türkçede yayınlanmayan “Yellowface”den, Amerikan yayın dünyasının son derece eleştirel bir anlatıma sahip olan son kitabından bahsediyorlardı. Önümüzdeki günlerde kitapları okuduktan sonra tekrar buraya döneriz umarım.
***
Aklımdaki ikinci yazar Sally Rooney’di. Sally Rooney de genç bir yazar, 1991 doğumlu İrlandalı bir genç kadın. Trinity College’de İngilizce eğitimi aldıktan sonra, siyaset alanında başladığı mastır eğitimini tamamlamayıp, Amerikan Edebiyatı bölümünden yüksek lisans derecesiyle mezun olur. Öğrencilik yıllarında O da Kuang gibi ödüllü (2013 yılında Avrupa Üniversitelerarası Tartışma Şampiyonasında top debater) bir tartışmacı olur.
Hala var mı bilmiyorum ama bizim okul tecrübelerimiz içinde de yer alan münazaralar Avrupa’da ve Amerika’da gençlerin duygu ve düşüncelerini aktarma, görüşlerini tartışma içinde geliştirme yeteneklerine katkıda bulunuyor galiba.
Sally Rooney’in biraz da bu debate macerasını anlattığı “Seni yensem bile!” başlıklı yazısı bir yayıncının dikkatini çeker ve başkalarına okutmayı düşünmediği ilk roman taslağını göndermeye ikna eder. Arkadaşlarla Sohbetler’in yayınlanması, ona ödüller ve tüm dünyadan okurlar getirir.
İkinci kitabı Normal İnsanlar genç yazarın şöhretini iyice büyütür. Kitaptan, çok izlenen bir dizi senaryosu çıkar ve oyuncuları Paul Mescal ile Daisy Edgar Jones’un başkarakterler Connell ve Marianne’i canlandırdığı dizi yazarın popülerliğini iyice artırır.
Üçüncü kitabı Güzel Dünya Neredesin?’den sonra büyük bir merakla beklenen son kitabı Intermezzo bizde de hemen hemen aynı tarihlerde yayınlandı ve Sally Rooney’i “Bu çok fazla geldi, bir daha asla bu şekilde ilgi odağı olmak istemiyorum” diyeceği yere getirdi.
Eleştirmenlerin cam gibi saydam olarak nitelendirdiği düzyazısında Rooney, sınıfsal ayrımlara, ayrıcalıklara, güce ve sıradan olana ayrı ayrı yoğunlaşıyor. Okurlara “tam dilimin ucundaydı” hissi vererek, en sıradan olanı canlandırıyor.
Kitaplara yeniden döneceğimiz güne kadar belki bazılarını hep birlikte okumuş oluruz…
***
Üçüncü ve bir kitabını seçtiğimiz yazarımız ise bu sene Nobel Edebiyat Ödülünü alan Han Khan. Han Khan Güney Koreli. 1970 yılında Gwangju şehrinde doğar. Güney Kore’nin prestijli okullarından Yonsei Üniversitesi’nde Kore Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirir.
İlk edebi çıkışını 1993 yılında yayınlanan şiirleriyle yapar. Hemen sonraki yıl ilk romanı yayınlanır. Nobel Komitesi, “tarihsel travmalarla yüzleşen ve insan hayatının kırılganlığını ortaya koyan yoğun şiirsel düzyazısı” nedeniyle ödülü kendisine sundu.
Türkçede April Yayıncılık Han Khan kitaplarını Nobel ödülünden çok önce yayınlamaya başladı. Çevirmen Göksel Türközü Han Khan kitaplarını orijinal dili Korece’den çeviriyor. Türkçe okurları olarak şanslıyız, çünkü çeviri sorunları Han Khan kitapları özelinde oldukça tartışma yarattı.
Türkçede romanlarını ve denemelerini okuduğumuz, kendisi de İtalyanca – İngilizce dilleri arasında çeviri deneyimine sahip olan Tim Parks, New York Review of Books’da “Raw and Cooked” başlıklı bir yazı yazarak, orijinal dili bilmiyorsak elimizdeki çeviriyi nasıl değerlendirebileceğimizi sordu ve eğer çeviriyi yargılayamıyorsak eseri de anlayamayabileceğimizi tartışmaya açtı.
Han Khan 2016 yılında Vejetaryen kitabıyla uluslararası Man Booker ödülünü alıyor. Bu saygın ödülle birlikte, çok ilgilenmediğini söylediği bir ün sahibi oluyor. 2017’de kitap yazarı Metin Celal’le yaptığı söyleşide okuru ya da basını düşünmeden yazmaya çalıştığını, kısa cümlelerle duygularını yansıtmayı, kısa ve öz yazmayı tercih ettiğini de söylüyor.
Burada yakından bakacağımız Han Khan kitabı da Vejetaryen olacak. Vejetaryen üç bölümde üç farklı anlatıcıdan dinlediğimiz bir kadının, Yonğhe’nin hikayesi. İlk bölümün anlatıcısı Yonğhe’nin kocası Conğ Bey. Sıradan bir işte orta düzey bir çalışan olan Conğ Bey karısını dünyanın en sıradan, en göze batmaz kadını olarak tarif ederken, Yonğhe’nin bu özelliklerinin kendisi için başlangıçta bir tercih sebebi olduğunu söylüyor. Çünkü kendisinin de kolay yolları seçen her zaman orta yola yatkın biri olduğunun farkında. İlişkileri dramatik iniş çıkışlar, sürprizler olmadan yavaşça yerine oturuyor başlangıçta. Yonğhe ev içindeki sorumluluklarının fazlasıyla farkında bir kadın, her sabah sofrayı alıştıkları şekilde kuruyor, işten dönen Conğ hazır bir akşam yemeği buluyor, aile ziyaretleri yapılıyor ve bunlardan önemlisi çevrede gördüğü dırdırcı kadınlara hiç benzemiyor. Yonğhe aldığı grafik tasarım eğitimi ile evde çizgi romanların konuşma balonlarına metin yerleştirme işi yapıyor.
Bu son derece düzgün ve sıradan hayat Yonğhe’nin et yemeyi kesip vejetaryen olduğunu ve bundan sonra evde et pişirmeyeceğini açıklamasıyla derin bir sarsıntı geçiriyor. Yonğhe et yemeyi kesmesinin tek nedeninin gördüğü rüyalar olduğunu söylüyor. Bölüm boyunca bu korkunç vahşet içeren rüyaları da zaman zaman okuyoruz. Yonğhe rüyalar boyunca parçası olduğunu hissettiği şiddetten et yemeyi keserek kendini ayırabilmeyi umuyor. Conğ beyin işyerinden amirleri ve eşleriyle katılacakları yemek ve restoran sahnesi okura Yonğhe’yi iyice yaklaştırıyor. Onun çok seslendirilmeyen isyanına ortak oluyoruz: bu ataerkil toplum aynı zamanda etobur da! Kocasından giderek uzaklaşırken olayı duyarak işe karışan ailesi Yonğhe’ye bir tür işkence yoluyla et yedirmeye çalışmak dahil her yolu deniyorlar. Vietnam Savaşı gazisi ve madalya sahibi babasının kızlarını yetiştirirken onları kırbaçlamaktan hiç çekinmediğini de öğreniyoruz. Bölüm Yonğhe’nin bu etli aile sofrasından tereddütsüz biçimde kalkarak kendisini yaralamasıyla son buluyor.
İkinci bölümün anlatıcısı ablasının kocası. Ablası İnhe’nin video sanatçısı olan ve kendisini gerçekleştiremediğini hissederek yaşayan kocası, bir gün kitapçı vitrininde gördüğü bir gösteri posterinin etkisinde kalıyor. Posterde arkaları dönük oturan kadınla erkeğin vücutları bir bitkinin dalları yaprakları ve kırmızı çiçekleriyle bezenmiş olarak duruyorlar. Bu zihninde gezinen bir fikri çağrıştırıyor ve sonunda hayal kırıklığı yaratan çıplak dansçıların gösterisini izliyor. Çıkışta aklındaki şeyi kendisinin yapabileceğini düşünerek atölyesine gidiyor ve model olarak eşinin hala et yemeyen yaralı kızkardeşi Yonğhe’yi kullanmak geliyor. Yonğhe ile telefon görüşmesi ve sonradan teklifini yaptığı buluşmadan sonra her şey hızlanıyor. Yonğhe et yemeyerek kendisinden bekleneni yapmamaya alışmış olarak teklifi kolayca kabul ediyor, çıplak olmayı vücuduna çiçekler çizilmesini hiç sorun etmiyor.
Hatta biraz sempati de duyuyor, çünkü et yemeyerek başlattığı isyan boyunca yaşadığı şiddetin dışına çıkma hatta bu yolda başka bir şeye (bitki, hayvan?) dönüşme ihtimalini de hep düşünmüş olmalı. Bunları sadece hissediyoruz, kitap boyunca Yonğhe, anlatıcının aktardığı diyaloglar dışında konuşmuyor. “Moğol Lekesi” adlı bölüm boyunca video sanatçısı eniştenin zihninden çiçeklerle bezenmiş vücutların hareketini, bedenlerin yakınlaşma, birleşme ve ayrılmalarını, pornoya dönüşmeyen sevişme sahnelerini izliyoruz. Bölüm İnhe’nin olup biteni aniden bir tesadüfle öğrenmesi ve Yonğhe’nin bir akıl hastanesine götürülmesi ile son buluyor.
“Alev Ağacı” adlı son bölümün anlatıcısı İnhe. Kocası ve kızkardeşi ile yaşadığı sıradışı tecrübeden sonra, kendisinden başka kimsesi kalmamış olan Yonğhe’nin gözetimini üstleniyor. Şehre biraz uzak olan hastaneye gidip gelişlerinde artık “iyileşme” umudu kalmamış, hatta hiçbir şey yemediği için giderek kötüleşen Yonğhe ve kendisi hakkında düşünüyor. Hayatlarının ilk yıllarında aile içindeki şiddeti hatırlıyor, hep korumaya çalıştığı kız kardeşi için yapamadıkları aklına geliyor. Erken yaşta evden çıkarak kurduğu bağımsız hayatına, sahip olduğu işyerine, hep sessiz kocasına ne kadar güvenmiş olduğunu ve hepsinin de ne kadar kırılgan olduklarını fark ediyor. Yonğhe’nin iyice küçülen bedeniyle ve tüm ruhuyla verdiği savaş, yavaş yavaş anlam kazanıyor. Şiddetsiz ve kardeşçe yaşayabilmek için bir ağaca dönüşmek isteyen kardeşini anladığını hissediyor.
Kızkardeşlerin kavuşmaları bir vedalaşmaya dönüşürken, Han Khang’ın sorduğu ağır sorularla baş başa kalıyoruz.