Ülkü Ocakları ile MEB arasında imzalanan protokolün sosyal medyada paylaşılması ile geçen haftaya başladık ve söz konusu protokol ile birlikte MEB’in işbirliği politikası da geçtiğimiz hafta yaygın olarak tartışılmaya başlandı ve bu tartışma halen de devam etmektedir. MEB’in 66 liseyi proje okulu listesinden çıkarması ve 2025-2026 eğitim öğretim yılı için ders seçiminin başlayacak olması geride bıraktığımız haftanın çok konuşulmayan ancak oldukça önemli başlıklarıydı. Cemaatlerin ve tarikatların dini içerikli derslerin seçimi için kampanyalar düzenlemesi ve MEB’in kimi birimlerinin de bu kampanyanın parçası olması ders seçimini oldukça tartışmalı bir başlık haline getirmiştir. Cumartesi günleri iki haftadır yapılan yönetmelik değişikliklerine bu hafta da devam edildi ve öğretmen tanımı ve istihdamı ile ilgili yeni değişiklikler yapıldı; Cumartesi değişikliklerine devam edilip edilmeyeceğini önümüzdeki haftalarda göreceğiz.
Kamu Hizmeti Vakıflara, Cemaatlere, Derneklere Devredilemez
MEB’in uzunca bir süredir eğitim hizmetini, yaptığı işbirliği anlaşmaları ve imzaladığı protokollerle, kimi kurumlara kısmi olarak devrettiği bir süreci yaşamaktayız. Bu protokoller sonucunda belirli yapılar, yarışma, kurs, seminer, sosyal sorumluluk programı, spor karşılaşmaları gibi farklı etkinlikler yapma gerekçesiyle okullara girebilme ve öğrencilerle etkinlikler yapma olanakları bulmaktadır. Kimi cemaatler ve tarikatlarla ilişkisi olan belirli vakıflar, dernekler ve platformlar bu protokollerle hem faaliyet alanlarını genişletip, gençler arasında varlıklarını yaygınlaştırmakta hem de kendi elemanlarına istihdam olanakları bulmaktadır.
MEB, eğitimde yaşanan dönüşüm politikasına uygun olarak sermaye kesimleri ile de protokoller imzalamaktadır; işverenleri temsil eden merkezi ve yerel örgütler ve firmalar ile imzalanan işbirliği anlaşmaları ile sermayenin gereksinimleri karşılanmaya çalışılmaktadır. Bunun meşrulaştırılması için de “Mesleki Eğitim Politika Belgesi” gibi belgeler zaman zaman yayınlanmaktadır. Geleneksel olarak cemaatler, vakıflar ve sermaye kesimleri ile yapılan işbirlikleri eğitimde yaşanan dönüşüme paralel olarak gelişmektedir.
MEB’in Ülkü Ocakları ile imzaladığı protokolün bu kadar çok tartışılması ve tepkiyle karşılanması da muhtemelen söz konusu derneğin bu geleneksel protokol paradigmasının parçası olarak görülmemesinin sonucuydu. Öncelikle bu derneğin protokol imzalanan diğer yapılardan farklı olmadığını, eğitimin dinselleşmesi ve piyasalaşması sürecinin bir unsuru olduğunun altının çizilmesi gerekir.
31 Aralık 2024 tarihinde MEB Hayat Boyu Öğrenme Genel Müdürlüğü ile Ülkü Ocakları arasında yaygın eğitimi kapsayan bir protokol imzalandı; bu protokole göre Ülkü Ocakları çeşitli kurslar açabilecek ve etkinlikler düzenleyebilecek. Bir siyasi partinin gençlik yapılanmasına böylesi bir olanak ve ayrıcalık tanınması kabul edilebilir bir durum değildir. Bunun bir adım ilerisi tüm kamu hizmetlerinin üretiminin politikleşmesi ve kamu görevlilerinin siyaseten belirlenmesidir.
Eğitim kamu hizmetidir ve imzalanan protokoller aracılığıyla MEB eğitimle ilgili kendi görev ve sorumluklarını, tam olarak olmasa bile kısmen, bu yapılara devretmektedir. Bu durum zaman zaman yargıya taşınmış ve kamu hizmetinin kamu görevlileri tarafından üretilmesi gerektiği ve kamu hizmeti görevinin devredilemeyeceği yargı kararlarına yansımıştır. MEB kamusal sorumluluklarını ve görevlerini yerine getirmeli ve bu şekilde imzalanan tüm protokoller iptal edilmelidir.
Proje Okulları Kimin Projesi?
Proje okulları olarak bilinen “Özel Program ve Proje Uygulayan Eğitim Kurumları” uygulanmaya başladığından bu yana ortaöğretim alanının en tartışılan kurumları oldu. 652 sayılı KHK’nın 37. maddesine eklenen 9. fıkra ile kurulan bu okullar, öğretmen ve eğitim yöneticisi atama açısından doğrudan Milli Eğitim Bakanına bağlı olması ile genel esasların dışında kalan kurumlardır. Denetlenebilir ve şeffaf ölçülerin olmamasından dolayı bu kurumlara yapılan öğretmen atamaları ve idareci görevlendirmeleri siyasal ve sendikal yakınlık ile kişisel ilişkiler düzleminde gerçekleşmiş ve gerçekleşmeye de devam etmektedir.
Proje okullarının sıkıntılı olan tek özelliği kadrolaşma değildir; proje okullarının aynı zamanda LGS puanı ile öğrenci alan, yani merkezi yerleştirmeyle öğrenci alan kurumlar olması sorunun diğer boyutudur. Proje okulu olan okulların sayısı ve türü öğrencilerin hangi okullara merkezi yerleştirmeyle yerleşeceğini belirlemektedir. İmam Hatip Okullarının neredeyse tamamının proje okulu olması ve bazılarının da İmam Hatip programının yanında fen, sosyal bilimler ve diğer programları okutuyor olması kullanılarak öğrencilerin bu okulları tercih etmesi sağlanmaya çalışılmaktadır.
12 İlde Proje Okulu Olan Anadolu Lisesi Yok
MEB’in proje okulu sayısının fazlalığı gerekçesi ile 66 okulu proje okulu listesinden çıkarması ve listeden çıkarılan okulların tamamına yakınının Anadolu Lisesi olması işte böylesi bir bağlamda gerçekleşmektedir. Sınavla öğrenci alan akademik eğitim veren liselerin sayısı azalmakta ve bunun sonucunda da proje okulu olan meslek liselerinin ve imam hatip liselerinin oranları artmaktadır. Merkezi yerleşmeyle liseye devam etmek isteyen öğrencilerin tercih olanakları bu şekilde daraltılmakta ve bu öğrenciler tercih etmedikleri halde meslek liselerine ve imam hatip liselerine yönelmek durumunda kalmaktadırlar; bu durumun ayrıca öğrencilerin özel okullara yönelmesini de artırdığı gözlemlenmektedir.
Proje okulu olmaktan çıkarılan liselerin listesine bakıldığında bu kadar da olmaz artık dememek mümkün değil. Bu listeye göre 12 ilde sınavla öğrenci alan Anadolu lisesi kalmamış durumda; Amasya, Ardahan, Artvin, Bayburt, Bolu, Çanakkale, Giresun, Iğdır, Karaman, Rize, Sinop ve Uşak illerinde proje okulu olan Anadolu Lisesi yok. Proje okulu olmayan okulların merkezi yerleştirmeyle, yani sınavla, öğrenci almaması dikkate alındığında durumun vahameti açığa çıkmaktadır.
Proje okulları ile sınavla öğrenci alan okullar birbirinden farklı denilse de bugüne dek böylesi bir durumla karşılaşmadık; proje okulu olmadığı halde merkezi yerleştirmeyle öğrenci alan okul örneği olmadı. Öğrencilerin akademik eğitim veren Anadolu Liselerini ve Fen Liselerini tercih ettikleri, tercih istatistiklerine göre açık olmasına rağmen MEB bu iki okul türünde sınavla öğrenci alan kurum sayısını artırmak yerine azaltmaktadır. Oysa okullaşma politikası öğrencilerin ilgi ve isteklerinden bağımsız şekillenemez.
Proje okulu uygulamasının diğer bir sonucu da proje okulu olmayan Anadolu Liseleri üzerinde gözlemlenmektedir; sınavla değil de adrese dayalı olarak öğrenci alan yani yerel yerleştirmeyle öğrenci kabul eden bu liselerde ciddi sorunlar yaşanmakta ve öğrencilerin akademik performanslarında önemli düşüşler gözlemlenmektedir. 2023-2024 eğitim öğretim yılı sonunda bu okul türünde yaşanan sınıf tekrarı oranlarının yüksekliği kaygı verici boyuttadır.
Ortaöğretim genel müdürlüğüne bağlı olan bu okulların kuruluş amacı yükseköğretime öğrenci hazırlamaktır ancak proje okulu uygulamasının dışında kalan okullar hızla bu hedeften uzaklaşmakta ve bu okullardan öğrenciler ayrılmakta, okul mevcutları düşmektedir; üniversiteye gitme hedefinden uzaklaşan öğrenciler eğitim aracılığıyla yaşamlarında değişiklik yapma hedefinden de uzaklaşmaktadır.
Proje okulu uygulaması, hem bu okullara öğretmen ve eğitim yöneticisi atama hem de eğitim alanında ürettiği tüm sonuçlar açısından kamusal yarar dikkate alındığında başarısız bir uygulamadır ve acilen sonlandırılması gerekmektedir. Bu konunun eğitim alanında önemli tartışma başlıklarından biri olması gerektiği açıktır.
Öğretmen Tanımı da Değişti
11 Ocak tarihinde yayınlanan Resmi Gazetede iki değişiklik dikkat çekti. Bunlardan ilki “Sözleşmeli Personel Çalıştırılmasına Dair Esaslarda Değişiklik Yapılmasına Dair Esaslar” başlığı altında olan maddeydi. Diğeri de “Kamu Görevine İlk Defa Atanacaklar İçin Yapılacak Sınavlar Hakkında Genel Yönetmelikte Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik”ti.
Sözleşmeli personel çalıştırılması ile ilgili yönetmelikte yapılan değişiklikle Milli Eğitim Akademisinin ve yeni dönem öğretmen istihdamının ÖMK’ya uygun hale getirilmesinin yasal zeminleri tamamlanmış oldu. Bu değişiklikle “öğretmen” tanımı da yeniden yapılmış oldu; bu tanıma göre bir kişinin öğretmen olabilmesi artık ancak Milli Eğitim Akademisine kabul edilme ve hazırlık eğitimini başarıyla bitirmesiyle mümkün.
Yönetmeliğe eklenen diğer maddelere göre, Milli Eğitim Akademisi’nde eğitim görevlisi olarak istihdam edilecek öğretim üyeleri MEB’in belirleyeceği usul ve esaslara, öğretim üyesi dışında kalan çalışanlar, öğretmenler başta olmak üzere, MEB’in yapacağı yazılı ve sözlü sınavla belirlenecek. Bu yöntemlerle istihdam edilecekleri belirlemek sadece yönetime yakın olanların istihdam edilmesi, muhalif ve farklı olanların ise, yeterlilikleri ne olursa olsun, elenmeleri anlamına gelecektir.
Yapılan diğer değişiklikle de öğretmen olarak istihdam edilecekler kamu görevine ilk defa atanacaklar için yapılacak olan sınavlardan muaf olanlar listesine eklendi. Bu değişiklikle 13Temmuz’da yapılacak Akademiye Geçiş Sınavının (AGS) yasal altyapısı da oluşturulmuş oldu.
Eğitim fakültelerini işlevsizleştiren ve önemini azaltan, öğretmenlik mesleğinin tanımını değiştirerek statüsünü zayıflatan bu değişikliklerin yeterince tartışılmadığı ve gündeme getirilmediğini belirtmek gerekiyor. Önümüzdeki günlerde öğretmenlikle ilgili kapsamlı bir tartışmanın başlatılması gerektiği açıktır.
Seçme Özgürlüğü Var mı?
2025-2026 eğitim öğretim yılı için ders seçim süreci önümüzdeki günlerde başlayacak. Ancak her ne kadar şekli olarak ders seçimi yapılıyor gibi görünse de gerçek anlamda bir seçme sürecinden söz etmek mümkün değil.
MEB, öğrencilerin daha fazla dini içerikli ders okuması için ısrarlı ve kararlı bir şekilde çabalıyor. Bunun için öncelikle zorunlu dersler azaltılarak seçmeli derslerin haftalık ders dağıtım çizelgelerindeki ağırlıkları artırıldı; bu durum kamuoyuna, “esnek bir program uygulayarak öğrencilerin kendi ilgi ve isteklerine uygun dersler almalarını sağlıyoruz” şeklinde sunuldu ancak öğrenciler gerçekten istedikleri dersleri seçemediler.
Öğrencilerin kendi istekleri ile seçim yaptıklarında MEB yönetiminin ve kimi yapıların istedikleri dini içerikli dersleri seçmediklerinin açığa çıkması ile ikinci adım atıldı ve kimi okul idareleri devreye girdi; ders seçimi dönemlerinde idareler kendilerine mevzuatla verilen bazı yetkileri kullanarak ders seçim sürecine müdahale etmeye çalıştılar ve öğrencileri dini içerikli dersleri seçmeye yönlendirmeye çalıştılar. MEB’in merkezi ve taşrada bulunan bazı birimlerinin, kimi vakıf, dernek ve cemaatlerin de sürece katılmasıyla ders seçim dönemi adeta bir hegemonya mücadelesi dönemine dönüşmüş oldu.
Bu hegemonya mücadelesinden de istediği sonucu alamayan MEB yönetimi bu defa Talim ve Terbiye Kurulu kararlarını kullanarak ders seçimine müdahale etti; 2024 Eylül’de yapılan değişiklikle dersler gruplandırıldı ve öğrencilere her gruptan en az bir ders seçme zorunluluğu getirildi. Bu, aslında seçme özgürlüğü ve hakkının sınırlandırılmasından başka bir durum değildi; “Din, Ahlak ve Değer” adı verilen ve dini içerikli derslerden oluşan gruptan öğrenciler istemese dahi ders seçmek durumunda kaldılar.
2025-2026 eğitim öğretim yılı için ders seçimi dönemi önümüzdeki günlerde başlayacak ve bizler yine öğrencilere ve velilere dönük yoğun bir yönlendirme kampanyasına tanıklık edeceğiz. Öğrencilerin seçme özgürlüğüne sahip çıkmak ve seçme haklarında her hangi bir etkiye maruz kalmamalarını sağlamak en fazla biz eğitimcilerin görevi olmalı.
Kamu emekçileri kendilerine dayatılan sefalet artışlarına karşı 13 Ocak’ta iş bırakacaklar; iktidara muhalif olan konfederasyonların aldığı kararla alanlara çıkacak olan emekçiler, alanda da birlik istemektedir. Ayrı ayrı alanlardan yükselecek sesin ortak alandan yükseltilecek ses kadar güçlü olamayacağı açıktır. Haklarımızı ancak birlikte mücadeleyle alabiliriz. Birlikte güzel günlere ulaşma dileğiyle, görüşmek üzere…