Çocukların canlarının sıkılmasını engellerken acaba onların yaratıcılıklarını öldürüyor olabilir miyiz? Her şeye kârlılık üzerinden bakılan günümüzde can sıkıntısına yer yok ya da can sıkıntısı çok hoş karşılanan bir şey değil. Oysa can sıkıntısı, yaratıcılığı geliştirmek için elzemdir. Doktor ve felsefe doçenti Mazarine Marie Pingeot can sıkıntısına yer olmayan günümüzde mobil ekranların insan zihnini işgal ve yaratıcılığı yok ettiğini ileri sürüyor.
Bugün can sıkıntısını savunmak, kaybettiğimiz efsanevi cennet nostaljisinin bir biçimi haline gelmiştir ve bu nedenle de muhafazarlıkla suçlanmaktadır. Ancak o efsanevi ve kayıp cennet, henüz bozulmamış haliyle, çocukluk dediğimiz şeyin ta kendisidir. Daha doğrusu, sosyal ağları deneyimlememiş olan kişilerin çocukluk dediği şey budur. Bu da şu soruyu akla getiriyor: “Çocukluk anıları, o süreci kelimenin tam anlamıyla pasifliği andıran bir aktiviteyle, yani “kaydırma”yla” ‘dolduranlar’ için nasıl olacak?
Kaydırma, parmağınızı bir içerikten diğerine hareket ettirmek, resimler, videolar ve diziler arasında kaydırmak ve bu süreçte seçim yapmamak, içerikten ziyade hareketle büyülenmek anlamına gelir. Kaydırma, hareket etmemek için hareket etmektir. Elinizi ve gözlerinizi kullanarak kendinizi kısa sürede unuttuğunuz içerikte yok etmekle ilgilidir. Gönüllü bir hipnoz için kendi bedeninizi boşaltmak demektir –irade gücünü terk etmekten bahsetmek aşırıya kaçsa da, daha çok her türlü özerklikten vazgeçme meselesidir.
Günümüzde pek çok ebeveyn, çocuklarının çocukluklarının ekranlar tarafından çalındığını görmekten yakınıyor. Özellikle de bir yandan tüm ufukları açarken ve diğer taraftan çocukların gözlerini görüntü akışına kilitleyen bu paradoksal nesnenin gelişine tanık olanlar. Eğitimlerini mobil ekranların getirdiği yeniliklere uyarlayamayanlar ve bunları nasıl kullanacaklarını kendileri öğrenmek zorunda kalanlar, bu konunun ‘yerli’si oldukları yani bu dünyanın içine doğdukları için çok daha becerikli olan çocuklarının gerisinde kaldılar.
İşte o zaman can sıkıntısı motifi bir leitmotif[1] ve pişmanlık olarak geri döndü: Bu neslin ebeveynleri can sıkıntısının okumaya, çizmeye, oyunlar icat etmeye, hikayeler yaratmaya giden yolu açtığını hatırladılar.
Tüm Günümüze Hakim Olan Kârlılık Mantığı
Yine de can sıkıntısı nostaljisi ekranların ortaya çıkışıyla başlamadı. Zamanın hızlanması, kentleşme ve mekânın ekonomik kârlılık ilkesi tarafından kitlesel olarak sömürgeleştirilmesi gibi uzun bir sürecin parçasıdır. ‘Ölü’ zamana karşı verilen savaş, boş zaman ekonomisinin önünü açtı; ancak bu savaş, Max Weber’in ‘Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu’ adlı eserinde gayet güzel bir şekilde ortaya koyduğu kapitalist ethos tarafından yönetilen ve örgütlenen zamana karşı belirli bir ilişki tarafından hazırlanmıştır. Bu ‘kapitalizm ruhuna’ yapay zekanın ve ondan önce de makinenin giderek yaygınlaşan modeli ekleniyor. André Gorz, ‘İktisadi Aklın Eleştirisi: Çalışmanın dönüşümleri, anlam arayışı’ kitabında şöyle yazmıştır:
Dışsallık düşüncesi, bir şekilde, biçimlendirilmiş işlem ile işleyen özne arasında bir perde oluşturan formüller biçiminde düşüncenin kendisine yerleştirilmiştir. İkincisi, bu formüller sayesinde yaptığı işlemlerden uzak ve masum hale gelir; bir otomat gibi işlev görebilir […] bu nedenle, düşünmenin yerini alan ve artık insan zihnini açıklamak için bir referans görevi gören bu düşünen makinenin doğuşuna kadar kendini makine modeli üzerinde tasarlayabilir: bilgisayar, hem bir hesap makinesi hem de “yapay zeka”, müzik besteleyen, şiir yazan, hastalıkları teşhis eden, çeviri yapan, konuşan bir makine…”
Dolayısıyla ‘bir makine gibi çalışabilme yeteneğine sahip olan zihin, kendisi gibi işlev görme yeteneğine sahip makinede kendini tanır; fakat aslında makinenin zihin gibi işlemediğini, yalnızca bir makine gibi çalışmayı öğrenmiş zihin olarak işlev gördüğünü fark etmez’.
Verimliliğin normatif modeli haline gelen bilgisayarı taklit etme arzusu, zihnin sadece kendi yetersizliğinden utanmasına neden olmakla kalmaz, aynı zamanda icat etme kapasitesinin Yapay Zeka’nınkinden kökten farklı olduğunu da unutturur. ‘Zeka’ teriminin kendisi bile karışıklığa yol açar. Yaratıcılık boşluktan, sıkıntıdan ve ızdıraptan doğar, oysa YZ’nın gücü duygusuz/etkisiz doluluktan beslenir.
Artık kusur, cehalet ya da eksiklik olarak tanımlanan, performansı artırmak için onarılması gereken biçim kusurlarına, anormalliklere yer kalmadı. Çalışmaktan, hatta ilerlemekten (yani küçük bir çocuğun beyninin yapması gerektiği gibi performansını artırmaktan) başka hiçbir amacı olmayan makinenin mantığı ile kârlılık mantığı arasında sıkışıp kalan genç nesiller can sıkıntısıyla nasıl başa çıkabilir? Can sıkıntısı, onu yaşayanlar için bir ıstırap kaynağı olmasının yanı sıra, toplumsal normların da büyük bir ihlalidir.
Boşluk Kaygısı Karşısında Eğlence Hilesi
Ancak can sıkıntısının kendisi, modern kisveye bürünerek, eleştirinin eşsiz bir nesnesi haline gelmişti. Gustave Flaubert, Haziran 1844’te Louis de Cormenin’e yazdığı mektupta şöyle diyordu: “Can sıkıntısını bilir misiniz? Tembellikten ya da hastalıktan kaynaklanan bu sıradan can sıkıntısını değil, insanın içini kemiren ve zeki bir varlığı yürüyen bir gölgeye, düşünen bir hayalete dönüştüren bu modern can sıkıntısını. Ah, bu cüzzamdan haberiniz varsa size acırım”.

Ayrıca 1857’de (Baudelaire’in) Kötülük Çiçekleri’nin yayınlanmasını da memnuniyetle karşılamıştı: “Bunu (üzücü) buldum, renkler o kadar doğru ki. Ah! Varoluşun sıkıntısını anlıyorsunuz!”
Baudelaire aslında can sıkıntısının, üzüntünün, hüznün, karamsarlığın, melankolinin, “kalbi kemiren karanlık düşmanın” şairiydi… Elbette, ama damarlarında dolaşan bu “zehir” aynı zamanda onu yazmaya iten şeydi: Hem itici bir güç hem de bir tema olan can sıkıntısı 19. yüzyıla özgü bir acıya gönderme yapan ama edebiyatı sürekli beslediği için kısır olmayan ikircikli bir motiftir.
Can sıkıntısının tedavisi yoktur, çünkü hazır bir ilacı yoktur. Yine de Baudelaire’den ve 19. yüzyıldan çok önce, büyük bir filozof ondan nasıl uzaklaşılacağını göstermişti: eğlence yoluyla. Pascal, ‘Düşünceler’ adlı eserinin ‘Eğlence’ başlıklı Fragmanında, hapsedildiği süre boyunca defalarca alıntılanan bir metin yazmıştı:
Bazen insanların çeşitli çalkantılarını, sarayda ve savaşta kendilerini maruz bıraktıkları pek çok kavganın, tutkunun, cüretkar girişimlerin ve çoğunlukla kötülüğün vs. doğduğu tehlikeleri ve üzüntüleri düşünmeye başladığımda, İnsanların tüm talihsizliklerinin tek bir şeyden, bir odada nasıl rahat duracağını bilememelerinden kaynaklandığını sık sık söylemişimdir.”
Eğlence, kendimizi bu ontolojik eksikliğe, bu sefil duruma, boşluğun ıstırabına ve aynı zamanda can sıkıntısına maruz bırakmamak demektir. Akıllı telefonun neden her şeye bir cevabı olduğunu anlamak çok kolay. Ölümlü varlıklar olarak kaderimiz karşısındaki berraklıktan kaçmamıza, can sıkıntısının ortaya çıkabileceği ölü zamanı doldurmamıza, çare elimizin altında olduğu için artık dayanılmaz sayılan acılara eşlik etmemize olanak tanıyor.
Gözlerimizin önünde parlak bir ekran varken Pascal, Flaubert ve Baudelaire bizi can sıkıntısının şiddeti konusunda uyarabilir miydi? Peki takıntılı bir şekilde ekranın üzerinden geçen elin kalemi tutacak zamanı olur muydu?

Can Sıkıntısı, Özgün Bir Deneyime Giden Bir Sıçrama Tahtası mı?
Baudelaire şiirinin aşığı ve on dokuzuncu yüzyıl uzmanı filozof Walter Benjamin 1936’da can sıkıntısını modern biçimiyle değil, tam tersine, moderniteye direniş olarak kabul etmiştir.
“Zihnin en çok rahatladığı an can sıkıntısı anlarıdır. Can sıkıntısı, ‘deneyim yumurtasını kuluçkaya yatıran rüya kuşudur” diye yazar ‘Hikaye Anlatıcısı’nda ve otantik bir deneyim olasılığını can sıkıntısına bağlar. Can sıkıntısına yönelik tehdidi de Sanayi Devrimi ve modern şehirle ilişkilendirir: “Can sıkıntısıyla yakından bağlantılı hiçbir faaliyetin kalmadığı şehirlerde, can sıkıntısı kendine yuvalanacak bir yer bulamıyor ve kırsal kesimde bile kendini kabul ettirmesi giderek zorlaşıyor.” Can sıkıntısı kırılgandır, “yeşillikteki en ufak bir gürültüde kuş uçup gider”. Bunun sonucunda da hem dinleme yeteneği kaybolur hem de kulak verenler topluluğu yok olur”.
Benjamin can sıkıntısını dokumacılık ve zanaatkârlık üzerinden düşünür: bir topluluğu oluşturan hikâyelerin anlatıldığı ve aktarıldığı uzun, tekrar eden bir süreç. Sanayi Devrimi, bir model olarak zanaatkârlığın yerini standartlaştırılmış, hızlandırılmış, parçalanmış ve nihayetinde anlamsız işlere bırakarak, Hannah Arendt’in ıssızlık dediği şeye benzetilebilecek yeni bir tür can sıkıntısı üretti.
Bir arzuyu tatmin etmek ya da daha ifade edilmeden bir ihtiyacı karşılamak, beyindeki mevcut zamanı işgal etmek, hatta yeni olanaklar üretmek ve tüketim mantığını doruğa çıkarmak bugün ekranlarımızın işlevidir. Ancak bu geçici ve yüzeysel tatmin, eğer Pascalcı eğlencenin yeni yüzüyse, sadece ruhun topraklarını biraz daha kurutacak ve gerçek can sıkıntısının aleyhine ıssızlığı artıracaktır. O yüzden can sıkıntısına zaman ayırmak, ona bir fırsat vermek çocukları gelecekteki ıssızlıktan korumanın bir yolu olabilir.
Bu yazı bağlantısında yer alan “Pourquoi ne pas redonner ses chances à l’ennui?” yazısı çevrilerek uyarlanmıştır.
[1] Leitmotiv, edebiyata müzik alanından geçen bir kavram. Esası, bir müzik parçasının tekrarlanan nakaratıdır.























