Zorunlu eğitimin süresine dönük olarak kendisine sorulan bir soruya Milli Eğitim Bakanının: “Zorunlu eğitimin süresi çok, yakında ben de bunun tartışmaya açılacağını düşünüyorum” demesi, bu konuda önümüzdeki dönemde kimi değişiklikler yaşanacağı veya en azından tartışmaların başlayacağına işaret etmektedir. Tartışmaların genel olarak lise eğitimi üzerine yoğunlaşmakta olduğunu ve ortaöğretimin zorunlu eğitim kapsamından çıkarılmasına dönük kamuoyunu hazırlama çalışmalarının arttığını görmekteyiz.
Zorunlu eğitimin süresinin kısaltılması veya diğer bir ifadeyle lise eğitiminin zorunlu eğitim kapsamından çıkarılmasına dönük son açıklama, 8 Şubat Cumartesi günü “Maarif Platformu, Enderun Özgün Eğitimciler Derneği ve Medeniyet Enstitüsü” tarafından yapıldı. Bu üç kurum tarafından daha önce gerçekleştirilen “Türk Eğitim Sistemi ve Zorunlu Eğitimin Yansımaları” adlı çalıştayın sonuç bildirgesi kamuoyu ile paylaşıldı.
Yapılan açıklamada 12 yıllık zorunlu eğitim dayatmasının çocukların kabiliyeti, meslek edinmeleri ve yuva kurmaları önünde büyük bir engel olduğu ifade edildi; cümle içerisinde geçen “meslek edinme ve yuva kurma” zorunlu eğitim tartışmaları ve lisenin zorunlu eğitim kapsamından çıkarılması talebi ile ilgili anahtar kavramlar olarak karşımıza çıkmaktadır.
Mesleki eğitimin piyasaya ara eleman yetiştirme, yani sermayenin ucuz işgücü gereksinimini karşılama hedefi ile yapılandırılmasının istenen sonucu vermesi ancak ortaöğretim çağındaki nüfusun bu mesleki eğitim kurumlarını tercih etmesi ile mümkündü ve bu nedenle de çırak gereksinimini karşılamak için MESEM uygulaması başlatıldı. MESEM programlarında yüzbinlerce çocuğun bulunmasına rağmen sermayenin ucuz işgücüne dönük talebi halen yoğun olarak devam etmektedir. Liselerin zorunlu eğitim kapsamından çıkarılması, bu talebin karşılanması için atılabilecek en önemli adımlardan biridir. Bunun meşrulaştırılması ise “her öğrencinin bir mesleği olsun veya küçük yaşta meslek edinsin” gibi yaklaşımların yaygınlaştırılması ile sağlanmaya çalışılıyor.
Zorunlu eğitim ve çocukların yuva kurması arasında kurulan ilişki ise bir yaşam biçiminin yaygınlaşmasının önünde zorunlu eğitimin engel olarak görülmesi sonucudur. Dini referanslarla bir yaşam sürmenin önemli koşullarından biri de erken evlilikler olarak görüldüğünden, zorunlu eğitimin bunu engellediği öne sürülmektedir. Bu ifadenin kendisi dahi zorunlu eğitimin nasıl önemli bir toplumsal işleve sahip olduğu ve neden ısrarla savunulması gerektiğini ortaya koymaktadır.
Raporun dikkat çeken bir başka bölümü ise Tevhid-i Tedrisat Kanununun uygulanma biçimi ve eğitimde çeşitlilikle ilgili olan bölümdür; Tevhid-i Tedrisat Kanununun eğitimde çeşitliliği engellediği ve tek tip müfredatın farklı görüşlere tahammülsüzlüğü ve kutuplaşmayı beslediği ifade edilmektedir. İhtiyaçlar, alışkanlıklar ve ekonomik düzey aynı olmadığı halde bina, öğretmenler ve anlayış aynı kalmakta denilerek zorunlu eğitim eleştirilmektedir.
Tevhid-i Tedrisat Kanununun 101. yıldönümü yaklaşırken bu kanuna dönük ezberden ve temelsiz şekilde ifade edilen ”tek tip” eleştirisinin bu raporda da olması şaşırtıcı değildir; kanunu dar bir alana sıkıştırarak “rejimin istediği insan profilini yaratma” hedefi ile suçlamak kanunun kapsamı, işlevi ve ürettiği sonuçları da görmek istememenin sonucudur. Öğrencilerin ekonomik durumuna göre farklı eğitim alması gerektiğini savunmanın ise anlaşılabilir ve ciddiye alınır bir tarafı yoktur.
Zorunlu eğitim tartışmasının sadece eğitim tartışması olmadığının, bu tartışmanın eğitim aracılığıyla inşa edilmeye çalışılan yeni rejimle doğrudan ilgili olduğunun farkındayız. Bu nedenle de zorunlu eğitimi veya eğitimle ilgili herhangi bir konuyu teknik bir mesele olarak tartışmamak gerekir. Zaman, çocuklarımızın geleceği için zorunlu eğitimi hep birlikte savunma zamanıdır.
Ortaöğretim Yine Değişti
MEB, Cumartesi günleri yönetmelik değişikliği yapma geleneğini bozmadı ve bu Cumartesi günü Ortaöğretim Kurumları Yönetmeliğinde kapsamlı bir değişikliği yayınladı. Yapılan değişikliklerden ilk göze çarpanı “proje okulu” tanımının ve proje okullarını düzenleyen maddelerin yönetmelikten çıkarılması oldu. Yapılan değişiklikler proje okulu uygulamasının sonlandığı anlamına gelebilir ancak proje okulları ile ilgili ayrı bir yönetmelik var ve ayrıca proje okullarının kuruluşunun hukuki dayanağı olan 652 saylı KHK’nın 37. maddesinin 9. fıkrası da halen yürürlükte. Normlar hiyerarşisi açısından bakıldığında proje okulu uygulamasının devam ettiğini ve bu okullara dönük ayrı düzenlemelerin yayınlanabileceğini ifade etmek gerekiyor.
Yönetmelik değişikliğinde dikkat çeken bir başka değişiklik ise merkezi sınavla öğrenci alan okullara ve bu okullarda çalışan öğretmen ve yöneticilere dönük olanları oldu. Bu değişikliklere göre merkezi sınavla öğrenci alan okullar “ek-6” olarak adlandırılan bir forma göre yıllık olarak değerlendirilecek ve yeterli görülmeyen okullar merkezi sınavla öğrenci alan okul kapsamından çıkarılacaklar. Bu durumun okullar arası rekabet ve yarışmayı getireceği, bu durumun da öğretmenler ve öğrenciler üzerinde sürekli olarak puan getirecek faaliyetler yapma baskısı oluşturacağı açıktır. Okullar yarışma alanı değildir.
Yapılan yönetmelik değişikliğine göre merkezi sınavla öğrenci alan okullarda çalışan öğretmenler ve eğitim yöneticileri Milli Eğitim Akademisinde eğitim alacak. Ancak alınacak eğitimin kapsamı, süresi, şekli ve bu eğitimlerde başarılı olma veya olamama durumlarının sonuçları yönetmelikte belirtilmemiş. Akademi eğitiminin bir seçme veya eleme yöntemi olarak kullanılmasını kabul etmek mümkün değil. Yıllardır öğretmen olarak çalışan, alanlarında en az lisans eğitimini tamamlamış öğretmenlerin yeniden eğitime alınacak olmasını anlamak ve kabul etmek mümkün değil.
Devamsızlıktan başarısız olan öğrencilere MESEM diploma programına geçiş hakkı verilmesi yönetmelikte yapılan başka bir değişiklik. Geçen yıl yapılan bir değişiklikle de sınıf tekrarı yapan öğrencilere MESEM’e geçiş hakkı verilmişti. Öğrencilerin devamsızlık nedenlerini araştırarak bu öğrencilerin okula devamını sağlamak yerine ya da neden derslerde başarısız olduklarını tespit ederek başarıyı artıracak önlemler almak yerine öğrencileri MESEM’e yönlendirmek bu dönemin eğitim politikalarının sonucudur.
Protokollerle ilgili maddede yapılan değişiklikle protokollerin artık il/ilçe milli eğitim müdürlüklerinin bilgisi ve onayı ile düzenlenebileceği hükmü getirildi. İl/ilçe milli eğitim müdürlüklerinin protokolleri hangi ölçülere göre değerlendirerek onay verecekleri veya vermeyecekleri yönetmelikte açık olmadığı için bu durumun olumsuz sonuçlar üretme olasılığı da oldukça yüksek.
Mülakatsız da Oluyor
MEB, 18 Şubat tarihinde Engelli Kamu Personeli Seçme Sınavı (EKPSS) sonuçlarına göre yapılacak 1381 engelli öğretmen atama takvimini açıkladı. İki aşamada yapılacak olan atamalarda öğretmenler ilk olarak ön başvuru yapacaklar ve bu aşamada sundukları belgelerin kontrolleri yapılacak. Bu aşamanın ardından öğretmenler tercihlerini yapacaklar, öğretmenler kendilerine açılan illerden 10 ili tercih edebilecekler.
Engelli öğretmen atamaları mülakat yöntemi uygulanmadan sadece EKPSS sonuçlarına göre yapılıyor ve bugüne dek atama yönteminden kaynaklı herhangi bir sorun yaşanmadı. Engelli öğretmen ataması mülakatsız yapılabiliyorsa genel öğretmen ataması da mülakatsız, sadece sınav sonuçlarına göre yapılabilir, bu MEB’in vereceği bir karara bağlıdır ve artık bu karar verilmelidir.
MEB Sessizliği Seçti
Mülakat mağduru öğretmenlerin mücadelesi devam ediyor ve mağdur öğretmenler yaşadıkları adaletsizlik giderilene dek hak arayışlarını sürdüreceklerini ifade ediyorlar. Mülakatın yürütmesinin durdurulmasına dair verilen mahkeme kararından sonra kamuoyu MEB’in kararı nasıl değerlendirdiğine ve bundan sonra ne yapacağına dair bir açıklama yapmasını bekliyordu ancak bu konuda MEB sessiz kalmayı tercih etti.
Mülakatla ilgili yargı kararının yok sayılması veya kararın bireysel olduğu için uygulamanın genelini etkilemeyeceği yaklaşımı doğru olmayacaktır. Kaldı ki yürütmeyi durdurma kararı kişiye verilmiş olsa da gerekçede ifade edilen eksiklikler mülakatın doğasına aittir ve bu nedenle de diğer mağdur öğretmenler için de geçerlidir. Sorunun çözümü açıktır ve bugüne dek pek çok kesim tarafından ifade edilmiştir: mülakat mağduru öğretmenlerin ek atama ile öğrencilerine ve okullarına kavuşmaları sağlanmalıdır.
Piyasaya Desteğe Devam
Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliğinde (TOBB) düzenlenen Türkiye Eğitim Meclisi İstişare Toplantısı’na katıldı. Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin, eğitim alanında özel sektöre verilen desteğe vurgu yaptığı konuşmasında, modern devletlerin artan kamu hizmetlerinin yerine getirilmesinde zorluklar yaşadığını ve bu zorlukları aşmak için de kendi toplumsal ve siyasal geleneklerine göre “partnerler” oluşturduklarını ifade etti. Milli Eğitim Bakanı, özel sektörün eğitim öğretimdeki payını %20’nin üzerine çıkarmayı planladıklarını ve bunun için bir dizi önlem aldıklarını toplantıda anlattı.
Yapılan açıklama, alınan önlemler sonucunda özel sektörün önümüzdeki dönemde eğitim öğretim alanında daha fazla yer kaplayacağını gösteriyor; bunun olması ise ancak kamunun sunduğu hizmetlerin alanının daralması ile mümkün, bu da ancak yeni okullara dönük yatırımların kısılması ile olabilir.
Eğitim ve sağlık başta olmak üzere kamu hizmetlerinin ticarileşmesinin veya özelleştirilmesinin olumsuz sonuçlarını yıllardır deneyimliyoruz. MEB’in yapması gereken özel sektörün eğitim alanında desteklenmesi değil tüm öğrencilerin kamusal eğitim hakkından tam ve eşit yararlanmasını sağlamak olmalıdır.
Milli Eğitim Bakanı, aynı toplantıda üniversitelerin sadece bilim yapmasını ve öğretmen yetiştirme işini ise MEB’e bırakması gerektiği anlamına gelebilecek cümleler kurdu. Milli Eğitim Akademisi ile işlevsiz hale gelen eğitim fakültelerinin artık sadece bilim yapması isteniyor. Öğretmen yetiştirmek eğitim fakültelerinin işi. Ayrıca üniversitelerin faaliyet sınırını siyaset kurumu değil akademinin kendinin belirlemesi gerekir; özgürlüklerin olmadığı yerde bilim olmaz.
Ücret Yok Cep Harçlığı Var
Yaşanan ekonomik kriz ve artan işsizlik oranları siyasi iktidarı yoksul kesimlere dönük politika geliştirmeye zorlamaktadır. Üniversite öğrencilerini kendi üniversitelerinde çalıştırarak onlara cep harçlığı verme projesinden sonra şimdi de meslek lisesi mezunlarına iş başı eğitiminde % 30 fazla “cep harçlığı” verileceği haberi paylaşıldı.
Söz konusu “iş başında” eğitim uygulamasının en önemli özelliği çalışanlara ödenen ücretin işveren tarafından değil devlet tarafından ödeniyor olması; bu uygulama ile işverenin maliyetlerinin bir bölümü kamu tarafından üstlenilmektedir ve bu da dolaylı bir kaynak transferi anlamına gelmektedir.
İŞKUR, çalışanlara yaptıkları iş karşılığında ödenecek para miktarını ısrarla “cep harçlığı” olarak adlandırmaktadır. İşgücü Uyum Programı kapsamında çalışanlara ve üniversitelerde istihdam edilecek üniversite öğrencilerine yapılacak ödemelere de aynı şekilde “cep harçlığı” ismi verilmişti. Cep harçlığı, harçlığı veren ve alan arasında eşitsiz bir ilişkiye işaret etmektedir; harçlığı alan verene bağımlıdır, tabidir. Oysa çalışanlar emekleri karşılığında ücret alırlar ve bu ücret çalışanla işverenin anlaşması sonucu ödenir, yani bir anlamda karşılıklı uzlaşı, el sıkışma vardır oysa cep harçlığının ödenmesi tamamen harçlığı verenin inisiyatifindedir. Bu anlamıyla İŞKUR tarafından bu ödemenin “cep harçlığı” olarak adlandırılması basit bir isim verme değil bir siyasal yaklaşımın sonucudur ve doğru değildir.
Güneşli, güzel günlerde görüşmek üzere…