Uzun bir aradan sonra Behram Lütfi’yi tanımaya, kaldığımız yerden devam edelim.
Balkan yenilgisinin ardından Anadolu’ya geçerek İstanbul, Aydın, Bursa, Afyon, Eskişehir ve Çorum’da çeşitli görevler yürüten Behram Lütfi; bazı gazete ve dergilerde de yazılar kaleme alır. Ethem Nejat’ın Manastır Darülmuallimin müdürlüğü görevini yürüttüğü sırada çıkardığı “Yeni Fikir” adlı eğitim dergisinin yazar kadrosunda Behram Lütfi de vardır. Derginin en belirgin özelliği Türkçülüğü olmakla birlikte; Avrupa ve Amerika’da dönemin mevcut okul, akım ve metotları hakkında verdiği bilgilerle de Yeni Fikir gelişmeleri takip eden bir dergidir. Balkan Savaşları sonucu yaşanan toprak kaybı, özellikle Manastır’ın elden çıkması, derginin çizgisini daha fazla Türkçülüğe yaklaştırmış; bunun etkisiyle Behram Lütfi dergide intikam, Rumeli Türklüğü, vatan sevgisi gibi konularda şiirler yazmıştır. Daha sonraki yıllarda Ethem Nejat’ın etkisiyle sosyalist çizgiyi benimseyen Behram Lütfi, Eskişehir’de “İşçi” adlı derginin sorumlu müdürü olur. Bu sırada Manastırlı eğitimci Mustafa Nuri ile birlikte Yeşil Ordu Cemiyeti’nin Eskişehir örgütlenmesinde kuruculuk görevini üstlenir. Yeşil Ordu’nun dağılmasıyla birlikte Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası’na giren Behram Lütfi, bu örgüt tarafından çıkarılan “Emek” gazetesinde çalışmaya başlar. Tüm bu siyasi faaliyetleri üzerine yargılanır ve iki ay hapislikten sonra kefaletle serbest bırakılarak Çorum’a tayin edilir. Çorum yılları Behram Lütfi’nin yaşamında başka bir yer kaplar ki bu da bir sonraki yazımızın konusu olsun.
Behram Lütfi’nin düşünce yaşamını şekillendiren Manastır Darülmuallimin öğrenciliğine kadar geçirdiği süreçte tanık olduğu; yoksulluğun, adaletsizliğin, gericiliğin hüküm sürdüğü toplumsal çöküş dönemini ve medrese yıllarını Deli Muallim’in anlatımından dinleyelim:
“Metod” yok, mektepçilik yok, “ruhi tedkik” yok… Bütün bu yokluk içerisinde kara, kapkara bir kabus vardı ki o da haşin bir çehre, öldürücü bir idare…
Paşazadeler, eşraf çocukları, hafiyezâdeler, yoksullar…
Türk, Arnavut, Arap, Çerkes, Laz, Kürd… Karmakarışık bir meşher [sergi]… Kumla tefrîş edilmiş [döşenmiş] vesî [geniş] bir bahçe… Kocaman koğuşları göğüs kemikleri arasına saklamış eski viran bir bina… Daha kapısından girerken disiplinin zinciri ayaklarınıza takılır, sert bir ocak… Burası padişahın mektebi. Sopa var, falaka var, hapishane var, meydan dayağı, tokat var, küfür her şey mebzul [bol]… Yalnız izzet-i nefis yok. En büyük meziyet padişaha dua; iradesine, hazreti padişahına ittiba’ [itaat etme] ve kulluk.
Pek sıkı ve kahir [zorlayan] disipline karşı mektebin idaresi o kadar bozuk ki her hafta kafalar yarılır, beş on talebe bıçaklanır. Çok feci vaka ve hadiseyle karşılaşırsınız.
Arnavutlar, Türkler, Araplar, Çerkesler boğaz boğaza gelmek için her gün fırsat beklerler.
Her dersin bir zabiti bir muallimi; her sınıfın bir amiri bir memuru olduğu gibi her talebenin de bir hamisi mevcud. Arada ezilen yoksullarla kimsesizler. Mektepte talebe birbirini sever, takip eder. Haricinde de, talebeyi sevenler her gece mektebin kapısını bekler.
Namus kelimesinin mefhumu pek açık ve sarih [belli]… Böyle olmakla beraber levse [pislik, irin, kir], çirkâba [pis su] bulananlar kollarını sallaya sallaya bahçede gezer, bazen numune-i imtisal [örnek alınacak model] olur, zem ile [kınama] talebe halkalanır. Ortada namusunu muhafaza edemeyen her kim ise alenen nişaneleri sökülür, tard edilir [kovulur] fakat buna rağmen yine mektep aleminde içtimai hastalıklar ıslah edilemez, sırıtırdı.
Mektepte öyle salgın ve sârî [bulaşıcı] mikroplar yüzüyordu ki her gün meydana gelen facia tüyleri ürpertecek derecede derin ve elimdi.
Padişaha kulluk edenlerin çocukları yüksek mevkilere namuteraddid [tereddütsüz bir şekilde]. Yalnız “hatve-i terakki” [gelişme adımı] pek alçak, pek iğrenç sergüzeştlere atıldıktan sonra başlardı.
“Seviciler” zümresinin başka bir şeklini de bilmeyerek mektepler saklıyordu. Sevicilerin mani ve beyitlerine karşı mekteplerde söylenen semai ve koşmalar hep bu esrarengiz yolun izlerini ve yaralarını izah ediyordu.
“Metod” yok, mektepçilik yok, “ruhi tedkik” yok… Bütün bu yokluk içerisinde kara, kapkara bir kabus vardı ki o da haşin bir çehre, öldürücü bir idare…
Padişaha kul olmak için bu yolu kat etmek ne kadar zor, ne kadar çetin yarabbi!
Pek çok vatan evladı yolun ortasında irkilir kalırdı. Padişah mekteplerinin civarında kazılan hesapsız mezarlar yoklansa kim bilir ne kadar genç, izzet-i nefis için her gün biraz daha doldurulmuş; sonra müteverrim [veremli] damgası altında bu çukurlara atılmış görülecektir. Bunların sahibini ancak Allah bilir.
Mektep öldürür, medrese öldürür, kahve öldürür, cemaat öldürür, hükümet öldürür, muhit öldürürdü. Padişahın kulları, padişahın ülkesinde mumya gibi yerin altında yatmaya mahkumdu.
Bugün maziye karışan o devrin insanlarına tarih bile evsaf [vasıflar] bulamıyor da kati noktalarıyla geçiyor. Tarihin noktaladığı esirlere bakmaktan bile ürküyorum.
“Yeni bir Türkiye istiyordum. Öyle bir Türkiye ki orada tek bir ışık, tek bir iman, tek bir alev bulunsun. Ve büstünün etrafında bağdaş kurup otururken bu ateşi ben yaktım diyebileyim.”
Ne idi o devir, kim idi o insanlar?
“Rap, rap, rap!” mevzûn [vezinli, ölçülü] hatvelerle sokakları sarsan dinç bir kitle… “Hızır İlyas” eğlentisi yapmak üzere sahraya gidiyor.
“Hürriyet” senesine yaklaşmışız. Padişah mektebinde bir başkalık var. Mesire yerlerinde yatak çarşafları birbirine bağlanmak suretiyle sahne kuruluyor. “Vatan Silistre” temsil ediliyor.
Vatan kelimesi kulakları dolduruyor, milli neşîdeler [ezgi] yürekleri oynatıyor ve ruhları coşturuyor. Coşkun bir sel gibi her taraf kımıldıyor. Padişahın mektebi padişahı gömmek için vaziyetler alıyor. Mektepleri idare eden genç mülâzımlar [teğmen], yüzbaşılar, münevver muallimler padişahtan yüz çevirmiş, hepsi talebe ile bir…Yalnız paşalar korkunç bir heyûlâ gibi her bucağı sıkı sıkı tarassud etmekte [gözlemek].
Günler geçtikçe ateş bacayı sarıyor. Padişahın mektebi mutlaka padişahlığı yıkacak. Bu iksir nereden geldi? Bu kokmuş cenazeyi kim diriltti? “inkılab” mukaddesmiş!
Ooh!… Gelin çocuklar kana kana, doya doya inkılab şerbetini içelim.
Yaşasın ihtilâl!…
Bu uğurda dökülecek kanları nesiller mukaddes şarap gibi neşeli kalplerinin içine dökecekler. Var olsun ihtilâl!
Padişahın mektebi padişahlığı yıkarken mezarlardaki padişah kurbanları kemiklerini çatırdatarak karanlıklara fosfor dağıta dağıta ihtilâli takdis ediyordu.
Bu, kurtuluş ve ayağa kalkma hareketi idi. Bunu padişahın mektebi, padişahı yıkmak için yapmıştı.
O gün kanla çerçevelenmiş çelengi boynuma taktım da “sur-u İsrafil” gibi sesimin çıktığı kadar bağırdım: Yaşasın ihtilâl!…
Padişahın mektebi bana Arapçayı, Acemceyi, Fransızcayı öğretmedi. Yalnız okuryazar olmuştum. Mâlûmât itibariyle bir kâtiptim. Fakat fikir cihetiyle olgundum. En büyük şiarım yakmak, yıkmak, ateşlemek, devirmekti.
Yeni bir Türkiye istiyordum. Öyle bir Türkiye ki orada tek bir ışık, tek bir iman, tek bir alev bulunsun. Ve büstünün etrafında bağdaş kurup otururken bu ateşi ben yaktım diyebileyim.
Her gün bir havadis işitiyorduk: Bademlik bağlarında Burunsuz Nazmi, Mustafa Efendi’nin Ali’ye sataşmış. Burunsuz Nazmi, Sarı Muhiddin, Topuz Nazmi. Bunlar sabıkalı edepsizlerdendi. Kahvelerin önüne otururlar, mektepten çıkan talebeyi seyrederlerdi. Hepsinin muhayyel, karşıdan karşıya bir sevgilisi vardı. Fırsat bulurlarsa baştan çıkarmak için birçok fecâyi [belalar] îkâ etmekten [yapmak] çekinmezlerdi. Babalar, kardeşler, amcalar hepsi bu dert ile sarsılıyordu. “Ya çocuğumuzun namusunu muhafaza edemezsek?” Hakikaten, bu bir dertti. Kız evladı olan rahattı. Fakat bu devirde erkek evlada sahip olmak… Çok güçtü. Ne kadar bedbaht baba terk-i diyar etti. Ne kadar genç mektepten vazgeçti de kendi kendini evine hapsetti. Senelerce ne kadar bedbaht anne, bağlar içinde parçalanmış çocuklarının matemiyle saçlarını yoldu. Ne kadar bigünah genç, âr u hicabından beynine kurşun sıkmak suretiyle terk-i hayat etti. Bu, çok kanlı bir devir, çok fena bir içtimai düzendi. Yalnız, ne kadar şâyân-ı istiğrabdır [garip bulunacak durumda] ki bütün bu iğrenç yolun menbaı medreseden akıp geliyordu.
Ramazan ayı felaket ve cinayet ayı idi: Medrese köşelerinde çok feci cinayetler işlenir, memleketin içtimai hayatına her sene kucak kucak diken fırlatılırdı.
Padişahın siyânet ettiği [koruduğu] mümin kulları medresede oğlancılıktan başka bir şey öğrenmiyordu. Askere gitmemek için senelerce kendilerini medreselerin râtıb [rutubetli] odalarına kapayan softalar, kendilerine tevdi edilen [verilen, bırakılan] genç oğlanları, Allah rızası için “çömez” yetiştirirken esrarengiz yollarda oğlancılığı bir sanat haline sokuyorlardı. Müderris efendi, camide taşkın ve hararetli vaaz ederken, halkı kandırmaya çalışırken “talebe-i ulum” karanlık odalarda bigünah masumların ismetini [masumluğunu] lekelemekle munelziz olurlar [eğlenmek]; bir ifrit gibi insanlığı zehirlerlerdi. Türklüğün içtimai cephesini sarsan bu kanlı ocağı yıkmak kimsenin kârı değildi ve kimse ona bir şey söyleyemezdi. Çünkü istinâdgâhı [dayanağı] kâvi idi: Bir tarafı padişah, diğer tarafı şeyhülislam.
Bu yolda hüsrânına ağlayanları gördüm de titredim. Bu, çıtırdaya çıtırdaya yıkılan Türkün en kâvi, en metin cephesi idi.
Onları medrese ne için ağlattı ve bu medreseyi padişah neden himaye etti?
Esasen en büyük katil padişah değil miydi?
Bu namussuz cephede namusu tanımak ne kadar kıymetli olur? İşte ben, bu aynaya baka baka içtimai hayata sokuldum.
“Hocam kapa kitabını, şeyhim kes nefesini…” “Elektrik” kandilin ziyasını boğdu!”
Hoca ile şeyhi senelerce dinledim: Birisi pek yavan, pek kuru; ötekisi pek karışık, pek hayalî… İkisi de dinden bahsediyor, ikisi de “dindar” yetiştirmek istiyor. Aralarındaki fark: Medrese “dini anladım” fikriyle derin bir gaflete pûyân [koşan]… Öteki “arıyorum, bulacağım!” kanaatiyle kâh ka’r – arzda [yeryüzünün dibinde] kâh semâvâtin en yüksek noktasında dolaşıyor.
Ben bu yollarda yıprana yıprana çok yoruldum: Korkunç mezarların başında ahret tesellisi bulmak için ellerimi açtım; saatlerce dua ettim. Zikir ayinlerinde gözlerimi kapadım, vecde daldım. Kocaman sarıklı hocaların önünde diz çöktüm. Vaaz dinledim. Kavuklarından heybet taşan şeyhlerin rahle-i tedrîsine girdim. “Fenafillah” sırrına mazhar olmak için gece uykumu böyle haram ettim. Derin bir tevekkül ve taabbüdle [kulluk] taşlara, topraklara, kavuklara, mendillere taptım.
Meskenetin, zilletin, sefaletin uçurumlarında hayat-ı içtimaiden matrûd [kovulmuş] birçok “derbeder” şahsiyetlerle ünsiyet [dostluk] peydâ ettim. Onlara hürmetkâr oldum. Kafamı efsane ile, dimağımı hurafe ile doldurdum.
Bütün bu mesaime karşı hayalden başka bir şey bulamadım. Dini bulayım derken hiçliğe, nisyâna saptım. Dincilere yanaştıkça dinden uzaklaştım. Vaaz dinledikçe biraz daha sarsıldım. Ayin-i cemlere girdikçe biraz daha dinsizleştim. Nefsimden tecrîd ettikçe benliğimi kaybettim. Tapındıkça küçüldüm. Boyun eğdikçe insanlıktan çıktım. Hayatta neşemi, yaşayışımda muvazenemi kaybettim.
Battım, fena battım. Düşkün, atıl bir yolun miskin bir abdalı oldum. “Din” ararken hüsran buldum, dinci olayım derken insanlığı unuttum. Evimi yıktım, ailemden yüz çevirdim. Dimağımın, vicdanımın hürriyetini gasp ettim. Bir taş gibi, bir ağaç gibi, bir avlu gibi hiç oldum. Bütün bu mücadeleyi din peşinde, din izinde, din uğruna yaptım yoruldum, eridim.
Sonra son kuvvetimi topladım da bir lahza tevakkuf [durma] ettim. Düşündüm. Bir “operatör” gibi elime neşteri aldım, senelerin yükünü kazıya kazıya vicdanımın pasını parpalaya parpalaya kopardım. Hepsine isyan ettim.
Yalan ve riya yollarında ne kadar gayr-i şuuri meyelânlar [eğim] buldumsa hepsini ayağımın altında çiğnedim. Yüzüme takılan din maskesini, burnuma takılan iman kandilini kırdım. Feyyâz bir sâhada dinden, imandan, her şeyden salim bir halde dünyaya yekten doğmuş gibi çıktım. Senelerce gittiğim yolun çakıllarına takıla takıla parçalanan ayaklarıma acıdım ve ağladım.
Neden sonra “insanlık” yoluna girdim ve anladım ki hakiki din mutlaka bu yolun nihayetinde saklıdır. Şimdi bu yolun ilahi izlerinde yürürken ne kadar mesud, ne kadar bahtiyar bir insanım bilseniz!…
Alnımdaki “insaniyet” ışığıyla gözlerim “alev-i hayatı” o kadar keskin görüyor ki alnım şahikalara dayanıyor, vicdanım hakikat yolunda şuur topluyor.
“İnsaniyet” yolunda insan olmaya çalışırken başımı maziye çeviriyorum da bağırıyorum: “Hocam kapa kitabını, şeyhim kes nefesini…” “Elektrik” kandilin ziyasını boğdu!”
On beş senelik muallimlik hayatımda nerede çalıştıysam bana dinsiz muallim, gavur muallim dediler. Ben tek başıma en cahil, en mutaassıb diyarlarda insanlık bayrağını diktim.
“Yaşasın hürriyet!”
Şaşkın bir halk kafile kafile sokaklarda koşuşuyor. Her kafadan bir ses: “Hürriyetçiler gelmiş be!”
“Hanelerönü”nün vâsi meydanlığına kazanlar kurulmuş, pilav helva hazırlanıyor. Davullar çalınıyor, zurnaların çığırtkan sesleri kulakları yırtıyor. Herkesin ağzında yeni bir kelime dolaşıyor: “Hürriyet”
Yahudiler dükkanlarını kapıyor, Rumlar kravatlarını bağlıyor, Ulahlar (Kuzey Makedonya’da ve Romanya’da yaşayan etnik bir grup), Sırplar kocaman bayraklarla sokakları dolduruyor. Bulgarlar tepiniyor, Arnavutlar caka atıyor. Dağdaki eşkiyalar şehre iniyor.
Hocalar dua ediyor, şeyhler tekbir alıyor. Çocuklar ağızlarını havaya açmış sırıtıyor.
Zabitlerin şatırtılı çizmeleri kaldırımları koparıyor. Kadınlar kapı arkalarında heyecanla dikiliyor. Hanelerönü’ne, kışla meydanlığına bütün halk ellerinde bayraklarla sökün ediyor. Her yer sarsılıyor, şehir dolgun seslere makes [yansıma yeri] oluyor. Bütün ağızlar aynı dakikada bağırıyor: “Yaşasın hürriyet!”
Sonra muttarid [düzenli] bir âhenkle: “müsâvat [eşitlik], adalet, uhuvvet [kardeşlik] kelimeleri heceleniyor. Hürriyeti ilan eden topun üzerine bir zabit çıkmış “vatandaşlara!” hitâben söz söylüyor. Yahudiler kurnaz ve yılışkan vaziyetlerle “vatandaş” kelimesini ağızlarına pelesenk etmişler, birbirleriyle alay ediyor.
Bütün bu gürültülere karşın “Osmanlılık” naraları Türklükle istihzâ [alay] eder gibi vicdanlara ok saplıyor.
Türkler, Arnavutlar, Bulgarlar, Rumlar, Yahudiler ağız ağza öpüşüyor; muttasıl [durmadan] alaylar, şenlikler yapılıyor. Yalnız bunların doğuş merasimi mi, cenaze alayı mı? Ne olduğunun kimse farkına varmıyor.
Ortada bir Rumluk “Megali İdea”sı (Yunanlara ait Bizans’ı yeniden diriltme ideali), Arnavutluk’un “Başkaya” akidesi, Bulgarlar’ın “Makedonya” sevdası mevcutken bizim hemen hiçbir şeyden haberimiz yok; candan yürekten “Yaşasın Osmanlılık!” bağırıyoruz.
İşte şuursuz bir gidiş!…Nereye?… Hiç!…
Kulüpler kuruluyor, meclisler açılıyor. Ortada bir başkalık hâsıl oluyor. Yalnız, Türk’ün memleketinde Türk’e hakimiyet verilmiyor.
“Osmanlılık” halîtasından [karışım] meydana gelen bambaşka bir cemiyetin içine giriyoruz.
Sırf hürriyeti ilan için merasim yapıyoruz. Padişah yine yerinde oturuyor, Şeyhülislam yine fetva veriyor; medreseler, tekkeler aynı yolun sâlikleri [tarikat mensubu]…
Rum hakimiyeti, Bulgar ceberûtu, Yahudi esareti hep sırtımızda mahmul [yüklü] bir halde büküle büküle giriyoruz.
-Nereye?
-Kim bilir? Belki ademe [hiçlik, yokluk]!…
Zavallı Rum ili! Seni, ne vakit ansam “Osmanlılık” kelimesinin çılgın ve boğuk heceleri yüreğimi yakar ki yakar, benliğimi eritir. Keşke dünya yıkılaydı da hürriyet gününün davulları altında “Osmanlılık” kelimesini telaffuz etmeyeydik! Keşke memleket baştan başa kana boyanaydı da yabancı bayraklar altında Türk’ün hürriyetini boğmayaydık ve boğulmayaydık!
Şuursuz ve hesapsız inkılapların sarsıntılarını, korkak ve ihâtasız [bilgisiz, eğitimsiz] inkılapçıların hareketlerini tarihe terk ediyorum. Haydi bu faslı da maziye gömelim! Fakat tevakkuf ederek [durmak], düşünerek ve ağlayarak!…
Hürriyetin ilanından sonra seneler geçti. Bir taraftan Bulgarları, Sırpları, Yunanlıları; bir taraftan da hocaları, şeyhleri, sarayları tedkike koyuldum.
Pek acı hakikatler karşısında kaldım. Gayeler başka, diller başka, dilekler başka… O kadar bariz bir başkalık mevcuddu ki bu ucube meşher içerisinde benliğimi kopara kopara zehirlendim. Fakat Türk’ün yolunu kapayan engelleri elimdeki ışıkla için için tutuşturdum, yangına verdim. Sonra, en mürtefî [yüksek] mevkiye yaslandım. Seneler beni ayak altından baş üstüne çıkardı. Onları baş aşağı yuvarladı.
Kaynakça:
Erkek, M. Salih; Ethem Nejat: Bir Meşrutiyet Aydını 1887-1921, Kitap Yayınevi, İstanbul, 2012.
Gündüzalp, M.Fuat; Öğretmen Meslek Kitapları Kılavuzu, 6.cilt 1840-1928, Çağdaş Eğitim Dergisi Yayınları-2, Ankara, 2010.
Lütfi, Behram; Deli Muallim, Çorum Vilayet Matbaası, 1927.
Varlık, M.Bülent; Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası Üyesi Behram Lütfi’nin Çorum Yılları, Eski Sol Üzerine Yeni Notlar, Kebikeç İnsan Bilimleri İçin Kaynak Araştırmaları Dergisi, Sayı 35, s.215-236. https://kebikecdergi.wordpress.com/wp-content/uploads/2013/08/11_varlik.pdf