Yaşamının ilk ve son yıllarına dair hakkında herhangi bir bilgiye ulaşılamayan, ancak çocukluk ve ilk gençlik yıllarının Balkan topraklarında geçtiği tahmin edilen Öğretmen Behram Lütfi’yi tanımaya devam ediyoruz. Tabi ki “Deli Muallim”in kılavuzluğunda… Meşrutiyet döneminin önemli eğitimci ve aydınlarından Ethem Nejat’ın Manastır Darülmuallimin’den öğrencisi olup onun fikirlerinden etkilenerek önce Türkçü, sonra da sosyalist olan Behram Lütfi aynı zamanda, Balkan Savaşları ve Meşrutiyet döneminin zorlu koşullarının da tanığı olarak yaşadıklarını “Kanlı Kitap: Rumeli’nin Dertleri” adlı kitabında anlatır. Henüz Latin harflerine aktarılmamış olan bu kitabı da Bulgar topraklarında esir düşen ve Anadolu’ya gelemeyen eşine ithaf etmiştir.

‘Buraya niçin gelirdik ve burasını niye açmışlardı kim bilir’
Komşu çocuklarını ilahilerle, uzun dualarla, merasimle mektebe başlatırlardı. Çocuklar ikişer ikişer dizilir; muallim-i evvel başta, muallim-i sâni ortada, var ise muallim-i sâlis [üçüncü] arkada mektebin bevvâbı [kapıcı, çocukları evlerine getirip götüren okul hademesi] da yanı başında bir curcunadır kopardı. “Lütf ile bize merhamet eyle aman Allah!” ilahisi herkesi sokaklara düşürür; kadınlar, kızlar, çocuklar, ihtiyarlar kapı eşiklerinden seyre çıkarlardı. Mektebe başlayacak çocuğun evinde uzun bir telaş, âdeta düğün gibi bir şey olurdu. Küçücük kağıt külahlara şeker, leblebi doldurulur, çocuklara dağıtılırdı.
O zaman mektep çocukları bu gibi kazanç işlerinde pek mahirdiler; halkın can damarına basacak noktaları bilirlerdi. Çocuk dizisinin önüne geçerler, gözlerini yumarlar, candan yürekten öyle ilahi okurlardı ki ibtidâi bir dimağ ile “İşte cennete girecek bahtiyarlar!” hükmünü vermemek kâbil [mümkün] olmazdı. Bu, pek garip bir asır, pek tuhaf bir devirdi. Mektebe başlayacak çocuğun fesine altın dikilir, boynuna telli kese asılırdı. Sonra usulüne tevfîkan [uygun olarak] çocuk muallim-i evvelin önüne diz çöktürülür, bir makine gibi besmele çektirilir ve söyletilirdi: “Elif, ba, be, te, se”. Kocaman bir aferini muteâkıb eller öpülür, merasime nihayet verilirdi.
Galiba ağustos ayında idi. Bir sabah omzuma bezden bir kese astılar, bacağıma yeni don giydirdiler, mintanımı güzelce iliklediler. Çorabım, ayakkabım, fesim, her şeyim meh-mâ-emken [mümkün olduğu kadar] hazırlanmıştı. Yalnız merasim yoktu. Babam elimden tuttu, mektebe götürdü. Kollarımı sallaya sallaya mektebin kapısına kadar gittim, kapıdan ayağımı içeri atar atmaz irkildim: Bir sürü çocuk kapı medhaline [giriş] toplanmış, sesleri çıktığı kadar bağırıyorlar, ortalığı toz dumana boğuyorlardı. Babamın eline sıkı yapıştım. Korka korka merdivenleri çıktım. Yüzlerce çocuk barındıran mektep binası pek basıktı. Büyük bir koğuşla yanında tahta ile çevrilmiş küçük bir odadan ibaretti. Muallimler bana ehemmiyet bile vermediler. Hediyesiz talebenin mektebe başlaması onları hiç memnun etmemişti. Ellerini öperken bile pek soğuk davranıyorlardı. Usulüne tevfîkan [uygun olarak] beni de koca koğuşa saldılar.
Koğuşun iç tarafında muallim-i sâninin yeri hazırlanmıştı. Muallim-i sâni hep bizimle beraber otururdu. Yanında deste ile sopalar; kirli, küçük minderin altında falaka, her şey korkunç bir heyûlâ [korkunç hayal] gibi çocuklara dehşet saçardı. Muallim-i evvel boylu, yüzü çiçekten delik deşik olmuş, hayatında hafız yetiştirmekten başka bir iş görmemiş haşin bir hoca! Muallim-i sâni beyaz sakallı, gözlüklü, “zîk-ı sadr”a [göğüs darlığı] mübtelâ, sallabaş bir ihtiyar. Mullim-i sâlis genç fakat müteassıb [bağnaz], pek kafasız bir hafız, tam çömez. Ellerini göğsüne çaprazlar, baş muallimin önünde saatlerce ayakta dururdu. Kuran’ın sahifeleri kadar sopa yemiş ergin, ulu bir iskelet. Bu eb [baba, ata] bir gözü kör, sol kolu kısa, dişleri dudağının üzerine inmiş, korkunç bir şey… İşte mektebi idare edenler bunlardı. Teneffüs zamanı yoktu, sabahtan akşama kadar o kirli, kara koğuşun dört duvarı arasında boğulur kalırdık. Arapça heceyi sökünceye kadar beynimiz çerçevesinden fırlardı. Buraya niçin gelirdik ve burasını niye açmışlardı kim bilir?
Koğuşta karmakarışık otururduk. Ders zamanı geldi mi takım takım muallimin önüne gider, yere diz çöker, ellerimizin üzerine kitabı alır, saatlerce sallanırdık. Belimiz bükülür, kafamız uyuşur, bacaklarımız sızlar, vücudumuz titrer, kımıldayamazdık. Mektebin tedris usulü “ezbercilik” idi. Hoca kitabı eline alır, biz kelime kelime ezberden okurduk. Mesela cümleleri rabt eden [bağlayan] atıf [bağlaç] edatlarını unutmak felaket olurdu. Bir vav için çok defa falaka yerdik. Çok cahil, çok katil bir usulün kurbanı idik. Gayınları çatlatmak “idgam” [Arapçada bir okuma biçimi] yapmak, tecvidi ezberlemek, Kuran’a tatbik etmek bizi senelerce yorardı. Sopanın, falakanın mevcudiyetine ve bolluğuna rağmen terbiyemiz o kadar bozuktu ki o karanlık koğuşta o gördüğüm şeyleri hatırama getirdikçe cidden bugün bile kızarıyordum.
Bir gün yine koğuşta oturuyorduk. Merdivenleri yıkarcasına yukarı çıkan muallimin büyük oğlu koğuşa titreyerek, atlayarak girdi. Arkasından baş muallim, elinde kocaman bir sopa ile takip ediyordu. Koğuş alt üst oldu. Çocuk kaçıyor, baş muallim kovalıyordu. Yetiştiği bucaklarda sopayı oğlanın sırtına öyle insafsız indiriyordu ki hepimiz sarardık, korktuk. Bizim de bacaklarımız titremeye başladı. Sonra anladık ki hafızla çalışan zavallı çocuk, o günkü cezayı tam noksansız ezberleyemediği için büyük cezaya maruz kalmış… Hafızlar, hakikaten şâyân-ı merhamet [acınacak, acınır] insanlardı. Dimağlarını çürütürler, sıhhatlerini bozarlar, hayattan alakayı keserler; neticede açlığa, sefalete mahkum boyun büker, inlerlerdi.
‘Bu sefer anlayarak, inanarak yüreğimin bütün aleviyle insanlıktan nefret duydum’
Mektebe devamın üçüncü senesinde büyük bir imtiyaza sahip oldum. Sesim güzeldi. Kuran’dan bir parça ezberlemiştim. Mektebi ziyarete gelen oldu mu, hoca hemen işaret ederdi. Sallana sallana okumaya başlardım. Artık takdirlere, maşallahlara boğulurdum. Şunu itirafa mecburum ki eğer sesim güzel olmamış olaydı ben tahsilden vazgeçer, kapkara cahil kalırdım. Bütün bilgimi, insanlığımı hep sesime medyûnum [borçlu]. Hayatta benim için yegâne hâmi sesimdi.
Son sınıfa geçince mektepler arasında şöhret kazandım. Mektebim namımla övünürdü. Çünkü maarif müdürünün emriyle diğer mekteplere gider, yeni ilahileri öğrenirdim. Yavaş yavaş marşlar da bellemeye başlamıştık. İlk marş, “Hoş geldiniz, hoş geldiniz, hoş geldiniz!” tekrarıyla nihayet bulan dua-i padişahî idi.
Şehadetname alacağımız sene irade-i seniyye [padişah emri] çıkmış, ilk mekteplerde “tevzî-i mükâfât” [Ödül dağıtımı: Osmanlının son dönemlerinde yapılan, okullar tatile girmezden önce, başarılı öğrencilere kitap dağıtma töreni] başlayacakmış. O zamana kadar biz, yalnız hatim duası, hafız duası bilirdik; başka bir şey görmemiştik.
Haziran ayının güzel bir gününde en yeni elbiselerimizi giydik, mektebin kapısı önünde iki sıra dizildik. Gelen misafirleri karşılıyorduk. Ben en başta kumanda mevkiinde bulunuyordum. Çünkü ilahileri idare etmek bana aitti. Fakat o gün yüreğimi yakan bir hadise oldu. Tevzî-i mükâfât için mektebin parası yokmuş; zenginler kendi çocuklarına verilmek üzere yaldızlı kitaplar, zarif hokkalar, saatler mektebe getirmişler. Birçok fedakarlığıma, çalışkanlığıma karşı elime bir kağıt parçası bile vermediler, merasim yerinde boynumu büktüm kaldım. Kafasız, tembel, hiç hakkı olmadığı halde birçok arkadaşlarımızın kolları kitaplarla doldu. Onların şen kahkahaları meydanları doldururken, ben yetimler gibi ağlaya ağlaya eve gittim. Meğer tevzî-i mükafatta iki şey hâkimmiş: tagallüb [zorbalık] ve tahakküm [baskı]. Bu sefer anlayarak, inanarak yüreğimin bütün aleviyle insanlıktan nefret duydum. Hatta benim alnıma muhacirlik damgasını nakş eden ve ittiren o mevhum [asılsız, kuruntu, hayali] mukadderata da isyan ettim.
‘Elinde kitabı, temiz bir elbise ile dolaşan mektep arkadaşlarımı gördükçe yüreğim sızlar, utanırdım. Ben, kitaplar içine gömülmek, çalışmak, anlamak, öğrenmek istiyordum’
Mektep tatillerinde hayatımı kazanmak lazımdı. Ben on yaşında çalışmaya başladım. Yalnız bu faaliyet sırf tatil günlerine münhasırdı [has, özgü]. İlk defa komşumuz Şevki Ağa’nın dükkanına gittim. Bana günde on para verecek, öğle yemeğini de orada yiyecektim. Şevki Ağa ailemi yakından tanıyordu. Aynı zamanda muhacirdi. Çok namuslu, çok mertti. Vazifem ağırdı: Sabahleyin erkenden dükkanı açmak, ateş yakmak, her tarafı baştan başa süpürmek. İşin altında eziliyordum. Sonra bütün bu uzun mesaiye mukabil yalnız on para kazanabiliyordum.
Kahvede çalışmaya başladıktan sonra her şeyden iktisat etmeye başladım. Ayakkabı giymeye lüzum yoktu. Yalın ayak daha seri, daha çevik iş görüyordum. Ceket giymek esasen ayıptı. Kahveci esnafının en büyük ustaları bile mintanla gezerdi. Bu hal, hem kabadayılığa hem de esnaflığa delalet ederdi.
Kahvenin müşterileri belli idi. Hapishane gardiyanları, zabıta çavuşları, zabıta neferleri, beş on arabacı, serseri güruhundan birkaç hırsız, ufak mikyâsta [ölçek] kumar oynayanlar… Hepsi bu kadar. Duvarlarda on iki, altı, dört telli sazlar asılı dururdu. Gelen müşteri peykenin [tahta sedir] üzerine bağdaş çöker, sağ ayağını sol dizinin üstüne kor, eline sazı alır, büküle büküle yalan yanlış tıngırdatırdı. En çok hoşuma giden, beni biraz kahveye bağlayan işte bu sazlardı. Ustanın bulunmadığı saatlerde korka korka bir tanesini alır, çalmaya uğraşırdım. Bütün emelim, bütün arzum sazla bir türkü çalabilmekti. O vakit koşmalar, maniler, semailer devri idi. Öyle maskara, öyle berbat, öyle gayr-i ahlaki bir kahve musikisi vardı ki genç ruhları zehirler, öldürürdü.
Bir haftanın içinde bütün müşteriyi tanıdım. Bana yeni bir isim taktılar: Ateş. Yalın ayak, baş açık, boyuna sağa sola koşardım. Kahveci ıstılâhâtını [terimler] üç günde öğrenmiştim: “Geliyor ağam, peki ağam, sefalar paşam, bir ortalı yap!”
Müşteriyi bilmem fakat ben ruhen her gün biraz daha ölüyordum, öldürülüyordum. Kahvenin içi senelerce badana görmemiş, karanlık köşeleriyle gelenlere kasvet dağıtıyordu. Tavanlarda kirli, küçük kağıt yığınları, duvarlarda Ferhat’la Şirin, ah minel aşk [tabiatla yazı karışımı resimler], Zülfikar, Hazreti Ali levhaları. Öyle bir ocak ki etrafını meskenet [miskinlik], zillet [alçaklık], adem [yokluk], nisyân [unutma] kaplamış; sakinlerini her gün biraz daha gömüyor, boğuyor, insanlıktan uzaklaştırıyordu. Tavla, iskanbil, domina oyunlarını seyir ede ede öğrenmeye başlamıştım. Hele kumar… O pek kolaydı. Zar düşeş geldikten sonra kazandın gitti. Bu kumar oyununda fena bir itiyâd [alışkanlık], çirkin bir vaziyet beni hem müteessir eder hem de kızdırırdı: Kayıp etmeye başlayan adam zarı atarken yumruğuyla göğsünü öyle bir şiddetle döverdi ki göğüs kemiklerinin her halde kırılacağına zâhib olurdum [fikre kapılmak].
Bilmem neden bu hayatı sevmedim, sevemedim ben. Bu kirli hayatın içine girdikçe ondan biraz daha uzaklaşıyordum. Elinde kitabı, temiz bir elbise ile dolaşan mektep arkadaşlarımı gördükçe yüreğim sızlar, utanırdım. Ben, kitaplar içine gömülmek, çalışmak, anlamak, öğrenmek istiyordum. Burası fena, çok fena bir yerdi. Burada herkes oturuyor, gamlı gamlı düşünüyordu. Sonra ağızlarından öyle müstekrih [nefret eden, tiksinen] elfâz [laflar] dökülüyordu ki iğreniyordum. Yalnız kahveci çıraklığı bana hayatın karanlık, düğümlü, kör safhasını bütün çıplaklığıyla öğretti. Beni düşündürdü, kafamı terbiye etti. Hayatta istikameti doğru, tetik yürümeyi kahveci çıraklığı yaptıktan sonra öğrendim.
Yine tatil gelmişti. Artık kahveciliği istemiyordum. Hem kazancı az hem de fena… Sonra kafam az çok iyiyi, kötüyü halle [çözme] muktedirdi. Bu sefer seyyar dondurmacı çırağı olmaya karar verdim. Bu kazançlı idi. “Pekmez pazarı” dondurmacıların, helvacıların, şerbetçilerin yeri idi. Bozanın en iyisi burada yapılıyordu. Yalnız bu dükkanları idare edenlerin çoğu Arnavut’tu. Arnavutlar prensipleri iktizâsı [gereği] dükkanın her yerini Arnavut görmek isterlerdi: Çırağı Arnavut, lisanı Arnavut, düşünüşü Arnavut, hep Arnavut…
Birçoklarına başvurdum. Benimle eğlendiler. Artık ümidim kesilmişti. Münhal [boş, açık] çıraklık yok. Nihayet Kasaphane Köprüsü’nün yanında, ak sakallı seyyar bir dondurmacıya rast geldim. Dikkat ettim, çırağı yoktu. İyice bükülmüştü. Kısmetim açılmış demekti. Yanına yaklaştım, konuşmaya fırsat bekliyordum. İhtiyar derin derin nefes alıyordu. Tabakasını çıkardı, sigarasını sardı, artık rahattı. Yalnız müşteriler arkasını bırakmıyordu: “Ali Baba, bizim dükkana iki kaymaklı!” Ali Baba müşteri bolluğunu görünce bütün yorgunluğunu unutuyor, pervane gibi dönüyordu. Ben köprünün korkuluklarına dayanmış düşünüyordum. Aradan saatler geçiyor, vakit bulup da ihtiyara derdimi söyleyemiyordum. Nihayet ihtiyarın nazar-ı dikkatini celb etmiş olmalıyım ki yorgun gözleriyle beni iyice süzdükten sonra: “İşin yok mu senin evladım!” dedi. Fırsatı yakalamıştım. Biraz daha yaklaştım. “Baba, dedim. Mektebimiz tatil, boş durmak istemiyorum hem de beş on kuruş faydası olur. Beni yanına çırak alır mısın?” İhtiyar, gözlerini tuhaf tuhaf açtı, alnının buruşukluklarını karıştırdı, sakalını elledi sonra, çok munis bir sesle: “Seni Allah mı gönderdi evladım? Ben de çırak arıyordum, sen mademki mekteplisin sana emniyet de edebilirim, haydi bu günden itibaren çalış!” Hemen koşa koşa eve gittim. Yamalı ceketimi bahçenin ortasına fırlattım, bir kuş gibi uçarak köprünün başına geldim.
‘Erenler bağını almadı aklım, dünya işlerinden ne haber şeyhim’
Artık dondurmacı olmuştum. Hem de çok bahtiyardım… Günde tamam yedibuçuk kuruş kazanacaktım. Bir hafta sonra sıkıldım, mektepli arkadaşlarım beni orada görünce tuhaf bir hâle geldiler. Efendiliğin vakarına muhalif iş yapıyordum diye kızıyorlardı, fakat ben hayatı öğrenmiştim. Onun için, sesimin çıktığı kadar pervasız bağırıyordum: Dondurmam kaymak… buz gibi limonata!” Bu işten çok memnundum: Nispeten rahattı. Benim vazifem yalnız köprü başında bulunmak; dükkanlara, kıraathanelere dondurma götürmekti. Yapması, her şeyi Ali Baba’ya aitti.
Ustam Ali Baba dervişti, feylesoftu, saz şairiydi. Nereden geldiğini söylemezdi. Sorulduğu zaman gözlerini uzaklara diker, düşünür düşünür cevap verirdi: “Seyyah evladım; seyyah, derviş…” Onun sevmediğim, sevemediğim bir felsefesi vardı: “Bir lokma, bir hırka, hu eyvallah!” Mamafih Ali Baba’dan çok istifade ettim. Kendisi derbeder, bitkin olmakla beraber öyle veciz hükmiyyatla dolgundu ki ben de dinleye dinleye dünyada kırk sene yaşamış âdemler gibi hayata içinden bakmaya başlamıştım. Mesela köprüden sırmalı bir paşa geçti mi Ali Baba kendi kendine söylenmeye başlar: “İnsanlık sırma iple olaydı padişahınız adam olurdu.” Ali Baba da padişaha kızgındı. Tam kafalarımız uygundu. Bazen kendi kendine coşar, koşmasını okurdu: “Ben kimim sormayın, gaibden geldim. Erenler durağı mekanım benim!”
Evde babamın tekke şiirlerini, köprüde Ali Baba’nın candan koşmalarını dinleye dinleye şiire karşı kalbimde bir incizâb [cezp edilme] uyandı. Yüreğimi yakan ilk şiir, taze bir mezarın yeni hakk olunmuş [kazıma, oyma] kitâbesi idi: “Ey ciğerparem. Bu topraklar mı şimdi meskenin; nevnihalin [taze fidan] soldu, toprak oldu mu nazik tenin?” Yazının manasını tam anlayamıyordum, hiç bilmiyordum. Fakat okuduğum mısraları kalbime nakş ettim. Dilime peresenk yaptım. Hissediyordum ki evladını mezara gömen dertli babayla beraber ben de ağlıyordum.
Esasen iyi şarkı okurdum, yavaş yavaş hanendelikte [şarkıcılık] şöhret buluyordum. Derhal Ali Baba’ya nazire yapmaya kalktım: “Erenler bağını almadı aklım, dünya işlerinden ne haber şeyhim?” O zamana kadar şiir nedir, nasıl yazılır, şiir yazan âdeme ne derler, kafiye, vezin… bunlardan hiç haberim yoktu. Şarkıların bazılarını çok severdim. Galiba heyecan duymaya başlamıştım. Şarkılar okunurken öyle kalbimin eridiğini, gözlerimin yaşardığını hissederdim.
Ali Baba’nın yanında tam iki buçuk ay çalıştım. Gündeliklerimi haftadan haftaya alırdım. Artık askeri mektebe girecektim. Güzel bir elbise yaptırdım, ayağıma potin aldım. Tam bir asker olmuştum. Ben de köprüden sırmalı paşalar gibi cakalı geçmeye başlamıştım.
Dondurma zamanı bitmiş, Ali Baba da ortadan kaybolmuştu. Fakat, ne vakit köprüden geçsem Ali Baba’nın yorgun sesi kulaklarımda çınlardı: “İnsanlık sırma ile olaydı padişahınız adam olurdu!”
‘İşte o vakit alın teriyle kazanılmayan servetin meydana getirdiği aykırı vaziyetleri görürdüm de gasıblara lanet ederdim’
On altı yaşına kadar kadın âlemlerine iştirak etmedim. Herkes bana “bizim çocuk” derdi. Bu hürmeti hep sesimin sayesinde kazanmıştım. Kadınlar mahfilinde [toplantı yeri] musiki pek basit, pek iptidai bir halde idi: def, darbuka, zil… En büyük muvaffakiyeti hanendelik temin ediyordu, şarkılar mahduddu [sınırlı]. Yirmi şarkı bilen, hanendelikte en büyük muvaffakiyeti kazanırdı. Ayrıca çengiler de vardı. Fakat bunların kıymeti yoktu. Erkeklerin karşısında oynuyorlar diye kadınlar bunlara kızardı. Hem de çengi tutmak masraflı olurdu. Çengiler maîn [görünen] ücretinden başka, gecede beş altı defa parsaya çıkarlar, misafirleri izâc [taciz] ederlerdi. Düğünlerde kızların, genç kadınların toplu olarak şarkı söylemeleri daha samimi olurdu. Çengiler araya girince şehrin kızları, gelinleri susardı. Bunu düşünen düğün sahipleri ekseriyetle çengi tutmaktan vazgeçerdi. Zavallı kızlar o devirde pek kapanık, âdeta boyunduruk altında idiler. Şarkı söylemek, oynamak, gülmek hatta sokağa çıkmak ancak böyle bir fırsatın zuhûruna bağlı idi.
Haftanın her perşembe gecesi benim eğlenti gecemdi. Mutlaka bir yerde “kına gecesi” vardı. Beni tanımayan yoktu. Perşembeden üç dört gün evvel annemi kandırmak için araya meyaneciler [arabulucu] girerdi: “Vallahi hanım teyze, oğluna gül gibi bakarız, hani? Altıların Hatice Hanım yok mu? Ha, onların düğün, gelmezse ayıp olur. O bizim biricik oğlumuz, o olmayınca yapamayız doğrusu hanım teyze. Oğlunuz, Allah bağışlasın, düğünün neşesi…”
Çarşamba günü mektepten geldim mi, bir taraftan hazırlanır, bir taraftan da anneme kafa tutardım: “Canım her hafta her hafta, bu ne Allah aşkına?” derdim. Zavallı annem çok saftı. Dünyanın ince işlerine aklı yetmiyordu. Bu hal, bittabi mektep hayatımı sarsıyordu. Perşembe günleri ya mektebe hiç gidemem veyahut gitsem de o günkü derslerden hiçbir şey anlayamazdım. Çünkü uykusuz kalıyordum. Umumî, hususî bütün âlemlerde en çok tanıdığım, bütün gece ortalarında kaldığım, hemhal olduğum zümre “seviciler zümresi” idi. Bu zümre hâfî [gizli] bir tarikat ehli gibi başka bir kanunla, başka bir ananeyle, başka bir zevk ile yaşardı. Erkekleri hiç sevmezlerdi, hatta erkeklerden nefret ederlerdi. İşret sofraları kurarlar, hovardalık yaparlar, aşkın coşkun şerareleriyle [kıvılcım] öyle hadiseler icad ederlerdi ki bu zümreye dâhil olmayan kadınlar hemen evlerinin yolunu tutmaya mecbur olurlardı. Esasen zümreye dâhil olmayan kadınlara “kaz” derlerdi. Mesela gece yarısından sonra zümre mensuplarından biri kafayı tütsüler, arkadaşlarına sorardı: “Serbest miyiz dostlar?” Zümreden sesler yükselirdi: “Kazları uçuralım!…” İşte o vakit sigara tabakaları duvarlara atılır, başlardan yemeniler alınır, yakılır, şişeler kırılır, ortalık yıkılırdı. Her nedense bu zümreye kendimi çok sevdirmiştim. Manilerin sitemli beyitlerini öyle yerinde okurdum ki konyağın neşesiyle kendini salan zümreden herhangi biri “yaşa” sedasıyla öteyi çınlatırdı. Ben herhalde düğmeye basmasını öğrenmiştim. Ortalık çabuk elektrikleniyordu. Zümre çiftlere ayrılmıştı. Açıktan herkesin bir dostu vardı. Birinin dostuna taarruz etmek felaket olurdu. Herkes dostunun üstüne titrer, ona toz kondurmazdı. Zümrenin başlıca nâm-dâr [ünlü] erkan-ı ulufeleri idare ederdi. Bu tanınmış kadın simsarı en yırtıcı bir erkek gibi zümre üzerinde nüfuz-ı nazara sahibdi.
Hususi alemlerine herkesi iştirak ettirmezlerdi. Umumi eğlenti mahallerinde biraz resmi hareket ederler, pek açılmazlardı. Mamâfih birbirlerine pek keskin tâ’rîz [dokundurma, taşlama] fırlatırlardı. Mesela bir çiftin eşi diğer bir çiftin eşinin yanına oturdu mu tâ’rîz hazırdı: “Benim yerime göz dikme; gözünü çıkarırım!” Bütün bu iğneli sözler, türküler gibi makam ile söylenirdi. Esasen manilerin, beyitlerin kendilerine mahsus ayrı bir ahengi vardı.
Kına geceleri yarı geceye kadar devam ederdi. Ondan sonra odanın birisi hususi âleme tahsis edilirdi. İşte asıl çılgın sahne bundan sonra başlardı. Öteki kısım hanım hanımcık… Hal ve hatır sorduktan sonra kızlar bir tarafa çekilir şarkı söylerler, kadınlar bir tarafa birikir âlem ederler. Kınalı saçlı ihtiyarlar da mindere yaslanır, el çırpmak suretiyle, bu ahenge iştirak ederlerdi. Yalnız, küçük çocukların çatlak sesleri, ağlayışları, iniltileri ortalığın neşesini kaçırırdı.
Hususi âlemi saklayan odanın vaziyeti derhal başkalaşırdı: Çiftler diz dize otururlar, dağınık bir halde köşelerini işgal ederlerdi. Odanın ortasına işlemeli, beyaz örtülü sofralar kurulur, konyakların en âlâsı açılır, coşkun bir aşk havası ortalığı mest ederdi.
Sevda, her dakika biraz daha dumanlanır, nihayet deniz gibi dalgalar yaparak sahili sarardı.
İspirtonun insana verdiği oynaklıktan istifade eden çiftler, çılgın bir hırsla birbirlerini çimdiklerler, ısırırlar, yumruklarlardı.
Bu merasim devam ederken defler parçalanır; türkülerin, manilerin, kahkahaların coşkunlukları odayı yerinden oynatırdı. Nihayet çiftler birbirlerinin koynuna girer, sızardı. Bir müddet sonra lambalar söndürülürdü. Odayı derin bir sükût kaplardı. Fakat, aradan çok geçmeden hararetli nefesler odanın sükûnetini yırtarken kalpler başka bir heyecanla, başka bir şevkle çarpmaya başlardı.
Seviciler zümresine girmekle dünyanın esrarengiz perdelerinden birini daha kaldırdım. Bu perdenin ortasında gizlenen fecâyiyi [belalar, öfkeler] pek yakından gördüm. Bu intiba bana kâfi idi. Sonra, seviciler zümresini teşkil eden ailelerin hemen ekserisi sahib-i nüfuz, rütbeli zevata, gayr-ı meşru servet idhâr eden [tahkir, hakir görme] mütegallibeye mensuptu.
İşte o vakit alın teriyle kazanılmayan servetin meydana getirdiği aykırı vaziyetleri görürdüm de gasıblara [gaspedenler, zorbalar] lanet ederdim.