‘Deli Muallim’in İzinde: Eğitim Tarihinde Bir Portre Behram Lütfi 1

Deli muallimi daha muallim mektebinde tanırdım. Mektebin çok saygılı ve sevgili bir talebesi idi. Bütün çocuklar onu severdi. Fakirdi. Mahrumiyet içerisinde yaşardı, fakat gayet nefsine hâkim, vakur, asil bir çocuktu. Hayatın her türlü safahâtine [evreler] vâkıf olduğu için feleğe boyun eğmezdi. Mektep ilminde pek kavi [güçlü, sağlam], pek mükemmel bir cephesi vardı.

Muallimleri içerisinde “fen terbiye” okutan mektep müdürünü çok severdi.

Sınıfta muallimlerin “portre”sini çizer, gece müzakerelerinde de kürsüye çıkar, muallimleri taklit ederdi.

Bir gün son sınıfta “ulûm-i diniye” mualliminin taklidini yaparken müdür yakaladı. Sınıfta o kadar komik bir vaziyet ihdâs olmuştu [oluşmak] ki müdür de katıla katıla gülüyordu.

Genç Bir Ulûm-i Diniye Hocası

Sınıfta her efendi yerini muhafaza ediyor, yalnız o, kürsüye çıkmış “orucun fâidesinden” ders veriyordu. Ulûm-i diniye hocasından farkı yoktu. Burnunu tutuyor, yüzünde işmarlar hâsıl ettiriyor, gözlerini açıp kapıyor, esneye esneye derse devam ediyordu.

Mektep müdürü çok kurnaz ve müdekkikti [dikkatle araştıran]. Bütün herkesi kontrol ediyordu. Dershane kapısını usulca açtı. Başını içeriye uzattı. Kürsüde ders veren arkadaşımız hiç vaziyetini bozmadı. Nezaketle: 

─ Buyurunuz müdür beyefendi, dedi.

Müdür içeriye girdi. Kürsüye dayandı. Bir bize, bir de kürsü üzerindeki arkadaşımıza baktı. Yüzünde hiddetle karışık bir tebessüm belirdi. Fakat kürsüyü işgal eden arkadaşımıza karşı teveccühü vardı. Onun için gayet tabi ve sakin “Devam ediniz efendim!” hitabetiyle mukâbelede [karşılığında] bulundu.

Arkadaşımız ciddi bir tavırla:

─ Müdür bey efendi, muallimlik hayatımda ilk teftişi verdiğim için biraz heyecanlıyım. Lütfen beni mazur görünüz. Bâhusûs [özellikle] bu teftiş dâ’înize [duacı] ait olursa, cevabıyla hepimizi güldürdü.

Müdür, güle güle dershaneyi terk ederken bilmem nasıl oldu hep bir ağızdan arkadaşımıza “deli muallim” unvanını taktık. İşte bu vakadan sonra arkadaşımızın adı “deli muallim” kaldı.

Bir Teşkilatçı ve İhtilalci!

Deli muallim sataşmaya gelmezdi. Tam bir teşkilatçı ve ihtilalci idi. Keskin gözleriyle bütün talebeyi kendine bağlamıştı. Ve fakat çok asil, çok mert bir vicdana sahipti. Doğruya ve hakka karşı itaati vardı. Yalnız benliğini ezdirmezdi.

Anadolu’nun uzak bir köşesinde münzevi yaşayan deli muallimi görünce hayretimden çıldırıyordum. Birbirimizi tam on beş sene görmemiştik. Bana bütün hayatını anlattı: Hakikaten takdire şâyân bir sergüzeşt.  Öyle vakâyi [olaylar] var ki insanı enginlere yuvarlıyor. Sonra öyle müsbet delâile [deliller] tesadüf olunuyor ki insanlığın cephesi başka başka şekiller alıyor.

Israrıma dayanamadı, bana not defterlerini verdi. Defterleri verirken elleri titriyor, acı bir şeyler söylemek istiyordu. Yüzüne dikkatli baktım.

“Muallim abidesi kalplere rekz olunur”

Şey, dedi: Mesleğimi çok sevdim, yalnız vakitsiz ihtiyarladım. (Eliyle çöken avurtlarını göstererek) Görüyorsun ya çok yıprandım. Yalnız şundan memnunum ki bundan sonra mesleğe girecek arkadaşlarımız emin hatvelerle [adım] mefkûreyi kurabilirler.

Biz neler çektik, ne kadar ezildik. Önümüze açılan şu geniş yolun muharibleri [savaşçı] biziz. Size verdiğim not defterlerini bir harp nişanı gibi göğsümde saklıyordum. İşte onları da sana veriyorum. Artık hayatım bir efsane gibi maziye karışıyor demektir. Yalnız şununla teselli oluyorum ki bir muallim hiçbir zaman unutulmaya mahkûm değildir. Mezarıma taş dikilmezse bile talebelerimin kalbinde, memleketimin bucaklarında bir müddet daha yaşayabilirim. Bu benim hakkımdır.

“Artık hayatım bir efsane gibi maziye karışıyor”

Bir şair, bir muharrir, bir âlim de o kadar yaşayabiliyor. Büyük şairimiz “Hamid” çoktan öldü. Yalnız edebiyat tarihini tedkîk eden gözler orada yüksek bir sanat abidesi görüyor, anlıyor. Hürmetle, hayretle selamlıyor: İşte bu Hamid’dir. Demek ki “Hamid” abidesini diktikten sonra öldü. Şimdi kendisi bile ruhunun kurduğu abide karşısında heyecan toplamaya çalışıyor.

Muallim abidesi kalplere rekz olunur [dikilmek]. Yalnız şu farkla ki kalbe işledikçe abide yaşar. Kalp durdu mu o da harabeye yüz tutar, nihayet yıkılır. İşte beni de düşündüren şu vaziyet değil mi? Sana doğrusunu söyleyeyim mi? Muallimlerin tezkâr-ı nâmı [hatırlanan ad] neye benzer biliyor musun? Meleklerin varlığına… Cism-i latif, günahsız mahlûklar… Fakat nerede, kim ve nasıl? Orasını sorma! Ha, bak onu diyecektim: Parasız, yoksulluğa gark olmuş, her türlü mani ve engellerle muhatap bir çerçeve içerisinde sırf aşk için, mefkûre için çalışan meslektaşlara ne kadar mütehassirim [hasret çeken] bilemezsin!

“Deli muallim” çok değişmiş, çok ağırlaşmıştı. Bir feylesof gibi ders veriyor, bir şair gibi ruhları teshir ediyordu [büyülemek]. Ne yalan söyleyeyim, karşısında hürmetle eğildim.

Ben, parlak muhitlerde çalışanların kafalarını nurlu biliyordum. Bu paslı muhitte ince bir zekanın zinde izlerine tesadüf edeceğimi hiç zannetmiyordum.

Bu hadise kafamdaki yanlış nazariyeyi sildi. Bu cihetten arkadaşıma medyûn-i şükrânım [şükran borçlu].

Kitabımın yapraklarını arkadaşımın defterine baka baka doldurdum. Maksadım: “Deli Muallim”in kuru bir abidesini rekz edebilmektir. Bu abidenin pek sade, pek yavan olacağını biliyorum. Yalnız, muallimliği ancak sade, ziynetsiz bir abide temsil edebilir kanaati beni teselli ediyor.

                                                                                                                                  Behram Lütfi

Behram Lütfi mi? Deli Muallim mi?

Behram Lütfi “Deli Muallim” adlı kitabına bu sunuş yazısıyla başlar. Kitabın kahramanı, yazarın öğretmen okulundan sınıf arkadaşıdır.  Behram Lütfi yıllardır görmediği sınıf arkadaşıyla bir köyde karşılaşır. Görüşmedikleri yıllar içerisinde yaşadıklarını, hayal kırıklıklarını, heyecanlarını, umutlarını, mesleğine olan tutkusunu ve daha birçok şeyi kayıt altına aldığı defteri Behram Lütfi’ye veren “deli muallim”, ondan burada yazılanları yayımlamasını ister. Defterde; Balkan Savaşları ve Meşrutiyet döneminin çalkantılı politik atmosferinde, yoksulluk içinde, muhacirlik hikâyeleri dinleyerek büyüyen bir çocuğun ilk sorgulamaları, gericilik ile maddi ve manevi sefalet arasına sıkışmış halka dair yaşanmışlıklar ve gözlemler, idarecilerin çürümüşlüğü, öğretmen okulu yılları, baskı ve zorluklarla geçen öğretmenlik yaşamına dair olaylar yer almaktadır.

1927’de Çorum Vilayet Matbaası’nda basılan “Deli Muallim” yeni harflere aktarılmadan günümüze kadar gelmiştir.

M. Fuat Gündüzalp, hazırladığı Öğretmen Meslek Kitapları Kılavuzu’nun altıncı cildinde bu kitaptan kısaca bahseder. Gündüzalp bu kaynakta, Behram Lütfi’yi Kurtuluş Savaşı’nın başladığı yıllarda Eskişehir Erkek Öğretmen Okulu’na bağlı uygulama okulunun müdürü iken tanıdığını söyler ve onu “idealist ve çalışkan bir genç” olarak tanımlar. Ve şaşırtıcı bir bilgiyi de notlarına ekler: Deli Muallim aslında Behram Lütfi’nin kendisidir.

Ethem Nejat Ekolü

Doğum yeri ve tarihiyle ilgili kesin bilgi bulunmayan Behram Lütfi’ye dair en yakın tarihli bilgi; 1327 [1911] yılında Manastır Darülmuallimi’nden mezun olduğu bilgisidir (Erkek, 2012). Lütfi bu okulda, Meşrutiyet döneminin önemli eğitimci ve aydınlarından Ethem Nejat’ın öğrencisi olmuş ve onun izinden gitmiştir. Düşünce dünyasının şekillenmesinde çok büyük payı olan Ethem Nejat’ın eğitim anlayışını benimseyen Behram Lütfi, öğretmenliğinde de ondan öğrendiklerini uygulamaya çalışmış, çalıştığı yerlerde kalıcı izler bırakarak eğitim tarihine adını yazdırmıştır.

İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Şemsülmekâtip’in fahri ders nazırlığını yürüttüğü sırada bu kurum için idealist ve genç öğretmenler aradığını Ethem Nejat’a bildirmiş ve onun tavsiyesiyle Behram Lütfi İstanbu’da Şemsülmekâtip’te öğretmenliğe başlamıştır (Baltacıoğlu, 1998). Baltacıoğlu, anılarını anlattığı “Hayatım” adlı kitabında Behram Lütfi’den söz eder.

Yazarak, Direnerek ve Bedelini Ödeyerek..

Behram Lütfi, Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde öğretmenlik ve idarecilik yaptığı sırada Ethem Nejat ile birlikte “Yeni Fikir” dergisinde yazılar yazmış, Türk Gücü Derneği’nde çalışmalar yürütmüş, Bursa’da “Darülmuallimin Güçlüleri” ekibiyle çeşitli gezilere katılmıştır. Behram Lütfi’nin bu dönemine ait bilgilere Ethem Nejat’ın yaşamını takip ederek ulaşabilmekteyiz. Yine onun etkisiyle önce Türkçü, sonra Sosyalist fikirleri benimseyen Lütfi; Yeşil Ordu ve sonrasında Türkiye Halk İştirûkiyun Fırkası üyeliklerinde bulunmuştur. Bu dönemdeki çalışmaları nedeniyle tutuklanmasının ardından iki ay hapis yattıktan sonra kefaletle serbest bırakılmış ve Çorum’a sürgün olarak gönderilmiştir. 1923 yılı başlarında Çorum’da göreve başlayan ve burada “Milli Mücadele”yi destekleyici çalışmalar yürüten Behram Lütfi’nin bu dönemini, resmi vilayet gazetesi olan “Çorum”dan izlemek mümkün (Varlık, 2013). Baltacıoğlu’nun “Hayatım” adlı kitabında verdiği bilgiye göre 1930’lu yıllarda Sivas Ortaokulu yöneticisi olarak çalışmış Behram Lütfi’nin sonraki yaşamı hakkında bir bilgi bulunmamaktadır. Şimdilik kısa bilgiler vermekle yetindiğim Behram Lütfi’nin yaşamına dair önemli ayrıntılara, tanıkların anlatımlarından da yararlanarak, yazı dizisinin devamında tek tek değineceğim.

“Bir Deli Muallim..!”

“Deli Muallim”e geri dönecek olursak; tarih, yazılanın dışında kalmış birçok insan hikâyesiyle doludur ve bu hikâyelerin birleşimidir aslında asıl tarihi yazdıran. Karanlıkta kalmış bu yaşamları ortaya çıkarmadıkça tarihin de bir yüzü hep karanlık kalır. Bu düşünce beni “Deli Muallim”i yeni harflere aktarırken de heyecanlandırmıştır. Siz “Dersler” okurlarını; Bulgaristan’dan Manastır’a göç etmiş yoksul bir ailenin çocuğu olan “Deli Muallim”in yaşam öyküsüyle, tarihin önemli bir bölümüne tanıklık etmiş olan çocukluğu kayıp Behram Lütfi’ninkini eş zamanlı okumaya, bir nevi paralel evrenlerde seyahate davet ediyorum.

İyi okumalar.

Not defterinin ilk sayfasından;

Dünyayı Nasıl Gördüm?

Beşerî bilgiler, maşerî [toplumsal] terazi ile ayar edilirse; hakikat, saf ve hâlis olarak tezahür eder. İşte; bu kitap odur ve onun için yazılmıştır. 

Büyük bir ev… Fakat harap ve mensî [unutulmuş]. Üst katı hakikaten korkunç: Cinler, periler, şeytanlar durağı! Alt katın yalnız bir odası meskûn, o da medhale [kapı, giriş, antre] yakın. Sağ kısmında bir oda. İşte burası doğduğum yer.

Genç, kuvvetli bir kadın vâsi [geniş] bahçenin ta nihayetindeki mutfağa yerleri sarsan adımlarla gidiyor, geliyor, hiç yorulmuyor. Yalnız sesinin ahenginde hep Tuna, hep Niş Kalesi, Köstendil Ovası dolaşıyor.

Oraları güzelmiş, cennet kadar güzelmiş. Bilmem niçin? Ben de bu menâkıbla [hayat hikâyeleri] hemhal olmuştum da gayr-i ihtiyarî oraları için ağlardım. Ben, Tuna’ya görmeden âşık olmuştum. Bu kadın benim annemdi. Oyalı yemenisinin uçlarını kınalı ellerinde büke büke memleketi için ağlarken boynuna sarılır, bir yumruk kadar kafamla onu teselli etmek isterdim: “Orasını yine alırız anne.” derdim. O vakit annemin kadın başı bir arslan yelesi gibi dikilir, gözlerini uzaklara çevirir ve bağırırdı: “Kahrolsun senin gibi padişah emi!”

Tuna’dan Manastır’a..

Sonra yine ağlar ve ağlatırdı. “Evvel, padişah bizi düşmana çiğnetti, evimizi yıktı. Bizi yoksul etti.”

 Otuz beşlik bir adam… Vakarı, izzet-i nefsi ezilmiş, pek acı bir yumruk darbesiyle Tuna’dan ta Manastır’a kadar fırlatılmış… Bağrı yanmış, hânmânı [ev bark, ocak] yıkılmış, bedbaht ve yoksul olmuş. Tarihçe-i hayatını düşündükçe titrer, istikbâle baktıkça ağlardı. Yıkık muhacir evinin, ıssız bucağında mangalın başına bağdaş kurar; onun ruhundan akıp gelen menâkıbı tertîl [usulüyle okuma, konuşma] eden ağzına öyle hayran bakakalırdım. Bu da, babamdı.

Bulgarlar tarafından alınan at için, duvarda asılı duran işlemeli peştemaller için, düşman elinde kalan güzel evimiz için kaç defa tıkana tıkana ağladım. “İznebol” nam-ı diğer Trin işte bir kasabacık ki ailemin, ceddimin, benliğimin, mefâhirimin [övünülecek şeyler] tulû ettiği [doğmak] ve maalesef yine gurûb ettiği [batmak] memleket!

Kasabanın ilk nâmdâr adamı ‘Mustafa Bölükbaşı’ imiş. Candan savaşlar etmiş. Türklüğün tam ve hakîki bir hâmisi imiş. O, yalnız Türk olmayanlarla çarpışmış. Türk’ün töresine, Türk’ün yasasına boyun eğmeyenleri tepelemiş. Onun namından civar titrermiş. Türk olmayanlar serpuşlarını [başlık] ellerine alırlar, şehre öyle girerlermiş. İşte bu nâmdâr erkek de büyükbabam, ceddim, evimin temel direği.

“Gördünüz mü, kalmış Aliş’imi Tuna boyunda?”

Doksan üç hâilesi [trajedi]!  İşte, bir hadise ki aradan yarım asır geçtiği hâlde, yine yürekleri için için sızlatıyor! Büyükbabamı bu yara öldürdü, babam bu yaranın acısıyla can verdi. Ben de mezara bu yaranın acısıyla gireceğim. Ailemin acısıyla, ırkımın derdiyle yandıktan sonra daha iki defa muhacir oldum. Fakat, bilmem neden? Doksan üç hicreti hepsinin üstünde kalıyor! 93: Bu, öyle kanlı bir sahne ki okundukça coşuyor, coştukça köpürüyor. Tuna’yı, Niş’i, Köstendil’i nasıl unuturum ki? Babamın hicran tüten sesiyle yüreğimi alevlediği “Gördünüz mü, kalmış Aliş’imi Tuna boyunda?” şarkısı hâlâ kulaklarımda titrer. Evet. Bu hâlis Türk diyarı asırlar geçse bile Türk’ün destan hamâsetini daima ve daima yâd ettirecek, yüreğimizi yakacaktır.

Sırtımda basma mintan, bacağımda basma don, ayağımda takunya, başımda kalıpsız bir fes… Muhacir evinin pek geniş, fakat korkunç bahçesinde kendi kendime dolaşan bir çocuktum. Hiçbir kayda tâbi değildim. Yalnız pek münzevi bir hayat yaşıyordum. Bilmem hangi telkinin tesiriyle ağaçlara biner, dallardan ayaklarımı sarkıtır “Yürü ya mübarek!” der, emirler verirdim. Galiba hicret felaketinden sonra aileler en büyük teselliyi tekyelerde [zikir evi, tekke], dervişlikte bulmuşlardı ki küçük kafam mucizelerle doldurulmuştu. “duvar yürütmek, nefesle ateş söndürmek” gibi tekye itikadâtı [inançlar] adeta ruhumda kök salmıştı.

“Bazen de ağaçlara salıncak kurardık”

“Bahçeye kurdum asma salıncak, yâr gelir, yâr gider sallanacak” teranesini tutturarak saatlerce sallanır, gür sesimle boş ve kuytu bahçenin içinde akisler uyandırırdım. Yalnız ara sıra komşu kızı duvarın deliğinden; “ Hu komşu! Annem çocuğu şimdi uyuttu. Çocuğunuzun türküleri ortalığı yıkacak. Bu ne biçim ses?” şikâyetiyle neşeme nihayet verirdi. Hemen annemin ihtârına maruz kalırdım: “Sus be çocuk! Elalem bizim gibi değil, çocuğu nazlı…” Zavallı kadın, “çocuğu” kelimesinin aynını mutlaka vuzûh [anlaşılır şekilde] ile okurdu.

Öteden hemşirem, henüz on iki on üç yaşında bir kız, sıtmalı sıtmalı kaşlarını çatarak komşu kızına cevap verirdi: “Yok, Atiye Hanım, affetmişsek seni, biz muhaciriz ama çocuğumuza laf söyletmeyiz. Basbayağısı işte, çocuk bu, bağıracak çağıracak ne yapalım?”

Yine annem merdiven başından: “Sus kız sen de!” emriyle bu kavga mukaddimesine nihâyet verirdi. Verirdi ama bu sefer hemşiremin gözyaşları boşanır, acı acı söylenirdi. “Ne yapalım, talihimiz olaydı muhacir çocuğu olmazdık. Biz de kendi evimizde istediğimiz gibi bağırır, çağırırdık. Gözü çıksın padişahın, boynu kopsun hainlerin!”

Çocuktuk… Ben de kızardım. Gözümün önüne kâbus gibi bir şahıs dikilirdi. Adını da biliyordum: padişah. Yalnız bu nasıl adamdı? Bunu bir türlü halledemiyordum. Boynumuzu büker, yoksullanırdık. Ben susardım, ablam susardı, her şey susardı. Susardı fakat komşunun çatlak sesi bahçemizin boşluklarına çarpıla çarpıla kulağımızı yırtardı.

                “Uyu, paşam oğlum ninni;

                Benim kibar oğlum, ninni…”

Memlekete Gelmek:  Çok Güzel İsimler, Çok Güzel Yerler

Yavaş yavaş mahalle ve semt isimlerini öğreniyordum: Evimizin bulunduğu yer “Soğuk Çeşme”, etrafımızda Hacı Salih Meydanlığı, Mesir Sokağı, Derahur Boyu, Kavaklar Altı, Eğrideğirmen, Karaköprü, Tıngırlak, Hanelerönü, Devletçik, Muhacir Mahallesi, Sinanbeyli, ilâh [ve diğerleri]… Çok Güzel isimler, çok güzel yerler… Hepsi Türk, hepsi Müslüman! Esasen ailem de burasını onun için sevmiş ve yerleşmişti. Yalnız tuhaf bir vaziyetim vardı: Derahur boyundaki konaklara, atlara, arabalara, mütegallibeye [zorba takımı], paşalara bakardım da gariplenirdim. Onlar benim nazarımda bambaşka insanlardı. Aramızda büyük bir yabancılık vardı. Galiba onlar da beni görünce aynı hisle mütehassis oluyorlardı da ondan.

Bir gün yine Derahur boyunda geziniyordum. Yamalı hırkamın cebine ellerimi koymuş yürüyordum. Ayakkabılarım pek eskimişti. Ayaklarım o kadar üşüdü ki ağlamaya başladım. Bu esnada paşa rütbesini hâiz [sahip, taşıyan], memleketin en büyük mütegallibesi arabasının içine kurulmuş, camları kapatmış, etrafında atlı yayan birçok adamlarıyla geçiyordu. Bu saltanat arabasını hayretle seyre daldım. Benim kadar bir çocuk, fakat şımarık ve oynak, pencereden dilini çıkardı da benimle eğlendi, ben de yüzümü buruşturarak vahşi vahşi yüzüne tükürdüm.

Nihayet eve geldim. Babam, annem mangalın başına çökmüşler, beni bekliyorlardı.

“8 Yaşında Bir Çocukken Haksızlığa İsyan Ediyordum.”

Annem hemen fırladı: “Vah çocuğum dondun!” dedi. Ben hiç sesimi çıkarmıyordum. Kaşlarım çatık odaya girdim. Babam hariçten bir misafir gelmiş gibi hürmetle yanında yer açtı, ellerimi ovuşturmaya başladı. Bilmem nasıl oldu, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Sonra titrek sesime bir ahenk vererek beni tahkir eden paşa çocuğunu anlattım. Zavallı babam işte o dakikada felce uğramış insanlar gibi titremeye, sararmaya, fenalaşmaya başladı ve “Onlar, padişahın paşası, memleketin maskarası, insanlığın yüz karası.” dedi.

Sekiz yaşında bir çocukken ilk defa haksızlığa, müsâvâtsızlığa [eşitsizlik] karşı isyan ediyordum. Hayatı, gidişi pek gayr-i tabî buluyordum. Babam dünyayı görmüş, muhakemesi yerinde kurnaz bir adamdı. O gece bana gayr-ı meşrû servet iddihâr [artırım] edenlere mütegallibe denildiğini, milletin kanını içenlere rütbe verildiğini, fakat bütün bunların bir gün olup yıkılacaklarını ballandıra ballandıra hikâye şeklinde anlattı.

Hakikaten yüreğime su serpildi. O gece rüyamda bile hep o yıkıcı günün kıvılcımları içinde mest olarak rahat ve müsterih uyudum.

Bir sonraki yazıda görüşmek üzere.

Kaynak:
  • Baltacıoğlu, İsmail Hakkı; Hayatım, İstanbul, 1998.
  • Erkek, M. Salih; Ethem Nejat: Bir Meşrutiyet Aydını 1887-1921, Kitap Yayınevi, İstanbul, 2012.
  • Gündüzalp, M.Fuat; Öğretmen Meslek Kitapları Kılavuzu, 6.cilt 1840-1928, Çağdaş Eğitim Dergisi Yayınları-2, Ankara, 2010.
  • Lütfi, Behram; Deli Muallim, Çorum Vilayet Matbaası, 1927.
  • Varlık, M.Bülent; Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası Üyesi Behram Lütfi’nin Çorum Yılları, Eski Sol Üzerine Yeni Notlar, Kebikeç İnsan Bilimleri İçin Kaynak Araştırmaları Dergisi, Sayı 35, s.215-236. https://kebikecdergi.wordpress.com/wp-content/uploads/2013/08/11_varlik.pdf
Paylaş:

Bir yorum yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Fill out this field
Fill out this field
Lütfen geçerli bir e-posta adresi yazın.
You need to agree with the terms to proceed

Ütopya

İyi bir matematik dersi öğrencilerin…
Öğretebilmek İçin Sadece Bilmek Yeter mi?
Evren Matematiği Seviyor!