Bugünün Ortalama Üniversite Öğrencisi: Her Şey Ne Kadar da Değişti

Kategori : Eğitim Dünyası

Yazan: Hilarius Bookbinder
Çeviri: Atilla Özdemir

Ben X kuşağındanım. Doktoramı oldukça genç yaşta aldım, bu yüzden uzun zamandır —30 yılı aşkın süredir— akademisyenliğin içindeyim. Eğer siz akademide değilseniz ya da üniversite yıllarınız epey geride kaldıysa, şunu bilmeyebilirsiniz: Bugünün öğrencileri, eskilerin yerini tutmuyor. Bu konuyu dile getirmekteki en büyük sorun şu: Hemen otomatik olarak şu tür tepkiler geliyor — “İşte yine yaşlı bir adam, yeni nesli eleştiriyor. Aynı şeyleri binlerce yıldır herkes söylüyor, Gilgameş’ten beri değişmedi. Hadi bakalım, gökyüzüne yumruk sallamaya devam et.1” Evet, bu itirazı duymaya hazırım. Buyurun, söyleyin. Ama yine de bunların bilinmesi gerekiyor.

Önce biraz bağlam vereyim. Amerika’da bölgesel bir devlet üniversitesinde ders veriyorum. Öğrencilerimiz, hedefler, akademik yetenek, sosyo-ekonomik durum ya da fiziksel yeterlilik gibi hangi ölçütü alırsanız alın, her açıdan “ortalama” bir öğrenci profilini yansıtıyor. Kapüşonlu sweatshirt, tayt giyiyorlar; acılı tavuk kanatlarını seviyorlar. Müzik zevkleri ise Zach Bryan ve Taylor Swift gibi isimlere yöneliyor. Bunu küçümsemek için söylemiyorum. Aksine, ortalama bir yurttaşın iyi bir eğitim alma ve daha da önemlisi iyi bir hayat yaşama şansını hak ettiğine yürekten inanıyorum. Demek istediğim şu: Bizim öğrencilerimiz toplumun genelini yansıtıyor. Ne akademik olarak en alt seviyedeler, ne de en üstteki seçkin grubu temsil ediyorlar.

Her üniversitede olduğu gibi bizde de çok çeşitli öğrenciler var; en başarılı felsefe öğrencilerimizden bazıları doktora yaptı ya da hukuk fakültesine gitti. Aynı zamanda üniversitemiz, ABD’de üniversiteler arası ikinci lig düzeyinde spor müsabakalarına katılıyor ve mezunlarımızdan biri Amerikan futbolunda profesyonel bir takımda en üst seviyeye kadar yükseldi. Bunlar elbette istisnalar ve anlatacaklarım tüm öğrenciler için geçerli değil. Ama birazdan sözünü edeceğim profil, Ortalama Eyalet Üniversitesi öğrencisinin profili.

Okuma

Öğrencilerimizin çoğu, işlevsel olarak okuma yazma bilmiyor. Bu bir abartı değil. “İşlevsel olarak okuma yazma bilmiyorlar” derken kastettiğim şu: Barbara Kingsolver, Colson Whitehead ve Richard Powers gibi yazarların yazdığı yetişkin romanlarını okuyup anlayamıyorlar. Bu üç ismi özellikle seçtim çünkü hepsi son yıllarda Pulitzer Edebiyat Ödülü kazandı; yani “nitelikli edebi eser” tanımı için nesnel bir ölçüt oluşturuyorlar. Üstelik hepsini okudum ve gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki, bu yazarlar gerçekten etkileyici, akıcı ve derinlikli kalemler. Burada sözünü ettiğimiz metinler öyle James Joyce’un Finnegans Wake’i gibi anlaşılması zor, deneysel yapıtlar değil. Ama aynı zamanda genç yetişkin romanları, romantik-fantastik seriler ya da Harry Potter tarzı kitaplar da değiller.

Öğrencilerimizin sadece popüler türde kitaplara, çizgi romanlara ya da benzeri şeylere yöneldiğini söylemiyorum. Hayır, ortalama bir mezunumuz ciddi bir yetişkin romanını baştan sona okuyup anlama yetisine gerçekten sahip değil. Bunu yapamazlar. Denemek için gereken isteğe sahip değiller, okuduklarını kavrayacak kelime dağarcıkları yok2 ve en önemlisi, sonuna kadar götürebilecek bir dikkat süreleri hiç yok. Onlar için The Overstory gibi bir kitabı okumaya oturmak, benim Iron Man triatlonuna katılmam gibi bir şey: bolca acı ama başarı şansı sıfır. Öğrenciler tamamen okuma yazma bilmiyor değiller; yani kelimeleri heceleyemeyecek durumda değiller. Ama okumaktan sıkılıyorlar. Okuma onlar için bir yük ve bu yükten bir an önce kurtulmak istiyorlar; gözlerini satırların üzerinde gezdiriyorlar, sadece “bitirmek” için. Zorunlu bir çevrim içi İnsan Kaynakları (İK) eğitimi videosunu tıklayarak geçmeye çalışan ben gibiler. Sınav sorularını sadece, soruyu düzgünce okumaya vakit ayırmadıkları için yanlış cevaplıyorlar. Menü dışında bir şey okumak onlar için angarya ve mümkünse kaçınılması gereken bir şey.

Bir de üstüne, bu konuda dürüst de davranmıyorlar. Sürekli verdiğim bir dersin ders kitabını ben yazdım. Kitap oldukça yaygın kullanılıyor; yani muhtemelen çok kötü yazılmış bir metin değil. Anlatımı canlı tutmak için elimden geleni yaptım, en dikkat çekici örneklerimi içine yerleştirdim. Ama öğrencilerin çoğu kitabı okumuyor.

Evet, bazen sınavdan kaldıklarını fark ettiklerinde ofis saatime geliyorlar ve “Hocam, gerçekten okuyorum ama olmuyor” diyorlar. Ama çok belli ki bu doğru değil. En iyimser ihtimalle birkaç sayfaya şöyle bir göz atmış, hiçbir şey anlamamış, sonra da “okumuş” sayıp TikTok’a geri dönmüşler.

Bir araştırmaya göre üniversite öğrencilerinin %65’i, ders kitabı satın almaktan ya da kiralamaktan “pahalı olduğu için” vazgeçtiğini söylüyor. Kitapları almadıklarına inanıyorum, evet — ama asıl sebebin gerçekten fiyat olduğuna pek inanmıyorum. Bence bu daha çok öne sürülen bir bahane. Evet, bazı kitaplar —özellikle fen bilimlerinde— gerçekten pahalı olabilir. Ama benim verdiğim kitapların fiyatı oldukça uygun. Bir ders için gereken tüm kaynakların toplam maliyeti 35 ila 100 dolar arasında değişiyor ve buna rağmen yine de almıyorlar. Zaten okumayacağınız bir şeyi neden alasınız ki? Nasıl olsa Google var.

Öğrencilerin ilgi duyduklarını varsayarak seçtikleri üst düzey derslerde bile okuma yapmıyorlar. Bu dönem “Varoluşçuluk” dersi veriyorum. Ders tamamen birincil kaynaklara dayanıyor — Dostoyevski, Kierkegaard, Nietzsche, Camus, Sartre… Okumalar, erişilebilir ama zorlayıcı metinlerden başlayıp, son derece ağır ve soyut eserlere kadar uzanıyor (evet, sana bakıyorum Varlık ve Hiçlik). Bu, metin odaklı detaylı çözümleme gerektiren bir ders. Ama öğrenciler derse çoğu zaman kitapsız geliyorlar — muhtemelen kitapları hiç edinmediler ve kesinlikle okumadılar.

Yazma

Yazma becerileri neredeyse ortaokul son sınıf düzeyinde. Yazım hataları korkunç, dil bilgisi tamamen rastlantısal, bir noktalama işaretini doğru kullandıklarında adeta bayram ediyoruz. Daha da kötüsü, özgün düşünceye karşı direnç. Yani anlatmak istediğim şu: Öğrenciler çoğu zaman en ucuz klişeyi sanki yepyeni bir fikirmiş gibi düşünmeden yazıya döküyorlar.

Sınav sorusu: Dostoyevski’nin Yeraltı Adamı’nın, kişinin kendi çıkarına göre hareket etmesine yönelik tutumunu açıklayınız. Bu tutum onun özgür irade hakkındaki düşünceleriyle nasıl ilişkilidir? Sizce bu görüşler kendi içinde çelişkili midir?

Öğrenci cevabı: Yeraltı Adamı’nda aslında her şey hayattaki yolculukla ilgilidir, varılacak yerle değil. Hayatın kısa olduğunu düşünüyor ve bu yüzden küçük şeylerin tadını çıkarmak gerektiğine inanıyor. Ne zaman ne olacağını bilemeyeceğimiz için anı yaşamalıyız. Bazen kendisiyle çelişiyor gibi çünkü bir şey söylüyorsun ama sonra farklı düşünüyorsun. Bence her şey göreceli.
Muhtemelen bunun bir hiciv olduğunu düşündünüz. Ya da şöyle bir şeye benzediğini sandınız:

Sınav sorusu: Dostoyevski’nin Yeraltı Adamı’nın, kişinin kendi çıkarına göre hareket etmesine yönelik tutumunu açıklayınız. Bu tutum onun özgür irade hakkındaki düşünceleriyle nasıl ilişkilidir? Sizce bu görüşler kendi içinde çelişkili midir?

Öğrenci cevabı: Dostoyevski’nin Yeraltı Adamı, insanların her zaman kendi çıkarına göre davrandığı fikrini paradoksal bir şekilde reddeder; bunun yerine, bireylerin özgür iradelerini kanıtlamak için sıkça irrasyonel davrandığını öne sürer. Yararcılık (utilitarizm) gibi rasyonalist felsefeleri eleştirir; çünkü bu yaklaşımların insanı öngörülebilir ve mekanik varlıklara indirgediğini savunur. Yeraltı Adamı’na göre, insanlar acıyı bile sadece özerkliklerini göstermek adına seçebilir. Ancak bu tutum kendi içinde çelişkiler barındırır — özgür iradeyi savunurken, Yeraltı Adamı eylemsizlik ve kendinden nefret içinde donup kalır; acı ve pişmanlık döngüsüne sıkışmıştır. Dostoyevski bu karakter aracılığıyla, akıl, özgür irade ve kişisel çıkar arasındaki gerilimi araştırarak insan davranışının karmaşıklığını gözler önüne serer.

Evet ChatGPT, doğru duydun. Öğrenciler kopya çekiyor. Bu konuda daha önce “Yapay Zekâ Akademik Dürüstlüğü Nasıl Yok Ediyor?” başlıklı yazımda detaylıca bahsetmiştim, o yüzden burada tekrarlamayacağım. Ama şu bir gerçek: Kopya dalgası, verdiğim ödevlerin içeriğini tamamen değiştirdi. Artık yazılı ödev veremiyorum çünkü karşılığında sadece yapay zekâ çıktısı alıyorum — ve bunu durdurmak için elimden gelen hiçbir şey yok. Ne yazık ki öğrencilerin yazmaması, zaten zayıf olan yazma becerilerini daha da kötüleştiriyor. Yazmak bir kas gibidir; düzenli yazı yazmak hem kalem hem zihin için bir idmandır.

Aritmetik

Bu konuda çok iddialı konuşamam ama matematik alanında çalışan arkadaşlarım, öğrencilerinin hem yeterlilik hem de çaba açısından gittikçe geriye gittiğini söylüyor. Bu yüzden sınavlarını daha kolaylaştırmak, özellikle de zor soru sayısını azaltmak zorunda kalmışlar. Ben birinci sınıfın ilk dönemindeyken (evet, özel bir vakıf üniversitesindeydim ama öyle CalTech gibi –Amerika’nın en seçkin üniversitelerinden biri– bir yer değildi) doğrudan Calculus 1 dersini almıştım. İkinci dönem ise Calculus 2. O zamanlar Calculus’a Giriş gibi bir dersin var olup olmadığını bile hatırlamıyorum. Şimdiyse bu tür hazırlık dersleri neredeyse “ileri düzey içerik” gibi sunuluyor. Psikoloji bölümünde istatistik dersi veren arkadaşlarım da benzer şekilde, yıllar içinde derslerinin içeriğini adım adım sadeleştirmek zorunda kaldıklarından şikâyet ediyor.

Yüksek lisans öğrencisiyken Sembolik Mantık dersi zorunluydu. Hem lisansın son yılında olan öğrenciler hem de lisansüstü öğrenciler bu derse birlikte giriyordu. Dersi, felsefe dünyasında oldukça saygın bir isim olan Jaegwon Kim veriyordu. Tek kaynağımız ise, analitik felsefenin öncülerinden W. V. Quine’ın Methods of Logic (Mantık Yöntemleri) adlı kitabıydı ve kitabın tamamını baştan sona işledik. Sanırım ilk iki haftayı önermeler mantığına ayırmıştık, sonra doğrudan niceleyici mantık konularına geçmiştik. Kompaktlık, sağlamlık (soundness) ve tamamlık (completeness) teoremlerini ispatladık—muhtemelen şu an hatırlamadığım başka teoremleri de. Bugünkü öğrencilerimizin—eğer matematik ya da bilgisayar mühendisliği okumuyorlarsa—bu dersi geçebilmeleri gerçekten imkânsız olurdu.

Neler Değişti?

Ben bu işi yapmaya başladığımdan beri, ortalama öğrenci üniversiteyi temelde “alışverişe dayalı” bir süreç olarak görüyor. Gerekli adımları atıyorlar, belki bu süreçte bir şeyler de öğreniyorlar ama tüm bunlar yalnızca tek bir “iyi hayat” anlayışına hizmet ediyor: orta sınıf maaşlı bir iş bulmak. Ben artık bununla büyük ölçüde barıştım. Elimden geldiğince onlara zihinsel yaşamın tadını vermeye çalışıyorum ve başarıları olduğunda içtenlikle kutluyorum.

Gerçekten de işler değişti. Ted Gioia, günümüz öğrencilerini “bağlantısını koparmış, telefona bağımlı zombiler” olarak tanımlıyor. Troy Jollimore ise şöyle yazıyor: “Eskiden öğrencilerimle birlikte olduğumu, ortak bir entelektüel çabanın parçası olduğumuzu düşünürdüm. Bu inanç son birkaç dönemde tamamen yerle bir oldu.” Akademisyenler, şaşırtıcı derecede derin bir kopuklukla karşı karşıya.

Tam Olarak Değişen Nedir?

• Kronik devamsızlık. Sosyoloji bölümünden bir arkadaşım bu durumu şöyle özetledi: “Devam gerçekten büyük bir sorun—birçok öğrenci dersi sanki isteğe bağlı bir etkinlikmiş gibi görüyor.” Geçen dönem, verdiğim tüm sınıflarda ortalama bir öğrenci iki haftalık derse katılmadı. Aslında bu sayı daha da fazla, çünkü burada raporlu devamsızlıkları ya da dönemin sonunda dersten resmi olarak çekilen öğrencileri hesaba bile katmıyorum. Matematik bölümünden bir arkadaşım ise şöyle dedi: “Öğrenciler artık üniversite deneyimine eskisi kadar saygı duymuyor—derse devam, derse geç gelme, saçma sapan e-postalar atma… Genel olarak sorumluluk duygularında ciddi bir zayıflama var.”

• Ortadan kaybolan öğrenciler. Öğrenciler dönem ortasında adeta sessizce yok oluyor. Dersi bırakmak için ne resmi bir işlem yapıyorlar ne danışmana haber veriyorlar, ne de bir e-posta gönderiyorlar. Hiçbir açıklama yok; bir gün derse gelmemeye başlıyorlar ve bir daha hiç görünmüyorlar. Resmen buharlaşıyorlar. Bu durum o kadar yaygınlaştı ki, özellikle alt düzey derslerin ilk gününde sınıfa şöyle diyorum: “Sağınıza bakın. Şimdi solunuza bakın. Bu üç kişiden biri dönem sonuna kadar kaybolacak. O siz olmayın.”

• Derste 50 dakika boyunca yerlerinde oturamıyorlar. Öğrenciler artık 50 dakikalık bir dersin ortasında —bazıları daha 15. dakikada bile— ayağa kalkıp sınıftan çıkıyor. Görünürde acil bir “tuvalet ihtiyacı” bahanesi var ama gerçekte çoğu sadece telefonuna bakmak için dışarı çıkıyor. Bunu sınıfta açık açık söyleyeceğimi bildikleri için, o anlık rahatlık uğruna sınıfı terk etmeyi tercih ediyorlar. Hatta onlara, tıpkı çocuklara uzun bir yolculuğa çıkmadan önce söyler gibi, “Derse gelmeden önce tuvalete gidin” bile dedim. Ama nafile. Çünkü mesele gerçekten fiziksel ihtiyaç değil — ekrana duydukları bağımlılık. Bir saati telefonsuz geçiremiyorlar.

• Öğrenciler artık kendi sorumluluklarını da benim üstlenmemi bekliyor. Pandemi döneminde, eşi benzeri görülmemiş bir sağlık krizi yaşanırken, biz akademisyenler öğrencilerin durumuna uyum sağlamak için elimizden gelen her kolaylığı gösterdik. Şimdi ise öğrenciler bunu normalin bir parçası olarak görüyor. Sürekli olarak benden PowerPoint sunumlarımı istiyorlar — ki bu sunumlar benim için aynı zamanda ders notu işlevi görüyor. Benim zamanımda, bir hocadan kendi ders notlarını istemek aklımın ucundan bile geçmezdi.

Hayır, slaytlarımı paylaşmıyorum. Notları bir arkadaşınızdan alın. Kitabı okuyun. Hâlâ kafanız karışıksa, buyurun ofis saatlerime gelin, yüz yüze konuşalım. Geçen hafta bir öğrenci bana e-posta atıp, sınavdan bir gün önce bir haftalık tüm dersi özetlememi istedi. Hayır, bunu da yapmayacağım. Kimseye 3000 kelimelik e-posta yazmam. Sınıfa gelmeyi deneyin.

• Sözde not almak için dizüstü bilgisayarlarını kullanıyorlar. Sınıfta laptoplardan nefret ediyorum ama bunları yasaklamaya kalksam, hemen koşup üniversitenin rehberlik veya özel ihtiyaç birimine gidiyorlar ve oradan bana “bu öğrenci laptop kullanmazsa parçalanır” gibi trajikomik bir gerekçeyle geri dönüyorlar. Oysa çok iyi biliyorum ki, en iyi ihtimalle not almak yaptıklarının çok küçük bir parçası. Geçen dönem başarılı bir öğrencim bana gelip şöyle dedi: “Hocam, önümde oturan şu laptoplu çocuk var ya… Bilin istedim, derste yaptığı tek şey bilgisayardan sanal bahis oynamak.” Kumar, sosyal medya, fark etmez — ne beni dinliyorlar ne tartışmalara katılıyorlar. Sadece ekrana bakıyorlar.

• Kayıtsızlık. Diğer çoğu hoca gibi ben de öğrencilerin mazeretli devamsızlıkları varsa, kaçırdıkları sınav ya da ödevleri telafi etmelerine izin veriyorum. Ama evde kalıp alarmı duymamışsınız diye vizeyi yeniden yapamazsınız — Kovid geçirdiyseniz, o başka. Ama çoğu zaman ne oluyor? Hiç gelmiyorlar. Mesela bir ay önce yapılmış bir kısa sınav, onların gözünde sanki Taş Devri’nde kalmış gibi. Ne telafi etmek istiyorlar ne de gelip bu konuyu konuşma gereği duyuyorlar. Çünkü umursamıyorlar.

• Sorun çok açık: Telefonlar. Gerçekten de telefonlara bağımlılar. Üniversitenin spor salonuna gittiğimde, oradaki öğrencilerin en az yarısı aletlerin üstünde oturmuş, sadece ekran kaydırıyor. Bu sabah, sürekli spor yapan emekli bir hoca ile orada sohbet ettim. Dedi ki: “Bir öğrenci telefonunu bıraksın da ben onun oturduğu aleti kullanayım diye beklerken altı set yaptım.” Yani öğrenciler kendi istekleriyle seçtikleri eğlenceli bir etkinlik için bile bir saatliğine telefonlarını kenara koyamıyorlar. Bazen kendi kendime gerçekten şaşırıyorum: Bu çocuklar karanlık odalarındaki telefon mağaralarından çıkıp dışarıya nasıl çıkabiliyor?
Suçu anaokulundan liseye kadar eğitim veren öğretmenlere atmıyorum. Bu bir eğitim sistemi sorunu değil; bu, toplumsal bir sorun. Peki ben ne yapmalıyım? Standartları yüksek tutup hepsini dersten mi bırakmalıyım? Bu, kadrosu olmayan öğretim elemanları için pek mümkün değil — sonuçta işlerini kaybetmek istemiyorlar. Ben kadrolu bir profesörüm; belki bir süre bu çizgiyi koruyabilirim ama eninde sonunda Dekan beni ciddi bir görüşmeye çağıracaktır. Ayrıca, eğer öğrenci nüfusunun yarısını sınıfta bırakır ve üniversiteyi öğrenci kaybı yüzünden zora sokarsak, aslında iyi öğrencilerin eğitim alma şansını da ellerinden almış oluruz.

Bize sürekli şu deniyor: “Öğrenciyi olduğu yerde karşılayın, sınıfta ters yüz öğrenme ve daha çok multimedya kullanın, biraz daha eğlenceli olun, kendinizi geliştirin.” Sanki güvertede sandalyeleri doğru şekilde dizersen, Titanik batmaktan vazgeçecekmiş gibi. Sanki geminin buzdağına çarpmasının asıl sorumlusu kaptan değil de, garsonmuş gibi. Hayır, bu bizim suçumuz değil. Elimizde olanla elimizden gelenin en iyisini yapıyoruz. Ama sistem, içten içe çürümüş durumda. Öğrencilerin dikkatini kaybettiği, anlam arayışını unuttuğu, eğitimin bir ruh değil yalnızca bir araç olarak görüldüğü bir çağda, biz hâlâ bilgiye tutku aşılamaya çalışıyoruz. Ve evet, bazen gerçekten sadece şunu haykırmak istiyoruz: “Ne kadar çok video koyarsam koyayım, dersin ortasında telefonunu bırakmayacaksa, benim sihirli bir çözümüm yok!” Biz görevimizi yapıyoruz. Asıl sorun, kimsenin artık bu görevin neden değerli olduğunu hatırlamıyor oluşu.

Tüm bunlar öfkeli bir serzeniş gibi gelebilir kulağa. Emin değilim. Ama aslında öfkeli değilim — hiç değilim. Sadece üzgünüm. Akademisyen olmanın en zor taraflarından biri şu: Öğrenciler bizim gibi değil. Bizim alanımıza duyduğumuz tutkuyu, içimizde yanan o “kutsal ateşi” onlardan da bekleyemeyiz. Onlar için felsefe, psikoloji, matematik, fizik, sosyoloji ya da ekonomi; bizim gözümüzdeki gibi karanlığa ışık tutan bir akıl meşalesi olmayabilir. Ama bizim görevimiz, o kıvılcımı çakmak. O ateşi tutuşturmaya çalışıyoruz. Fakat bu, her geçen gün daha da zorlaşıyor. Ve dürüst olmak gerekirse, ne yapacağımızı artık biz de bilmiyoruz.

1. Yine de bu konudaki sahte “antik” alıntılara dikkat edin.
2. Öğrencilerim bana sık sık sınavlarda sık kullanılan “karikatür” gibi kelimelerin anlamlarını soruyorlar.

Bu yazı https://hilariusbookbinder.substack.com/ adlı sitede yer almış olan The average college student today How things have changed başlıklı makaleden çevrilmiştir.

Paylaş:
Etiketler : Değişen öğrenci profili, üniversitelerde değişen eğilimler, yeni öğrenci davranışları

Bir yorum yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Fill out this field
Fill out this field
Lütfen geçerli bir e-posta adresi yazın.
You need to agree with the terms to proceed

Grev Haktır İzinle Yapılmaz 24-30 Mart 2025
Yarım Kalan Bir Eğitim Devriminin İzinde: Köy Enstitülerini Bugüne Taşımak