Bugünün Türkiye’si, İslamcı siyasetle neoliberal programın nasıl müthiş bir uyum içerisinde işlediğini görmek açısından gerçekten önemli bir model oluşturuyor. Çocuk, kadın ve eğitim politikaları, belki de bu uyuma dair en somut sonuçları görebildiğimiz alanlar. Artık kısaca teo-liberal olarak da tanımlanan bu uyum, kamuculuğu, laikliği, yurttaşlık haklarını esas alan kamusal hizmet alanını daralttıkça, yani devletin sosyal işlevini küçülttükçe, bu durumdan en çok çocuklarla, başta çocuk bakımı olmak üzere tüm bakım hizmetlerinden sorumlu tutulan kadınlar etkileniyor.
Bu bağlamda özellikle kreş ve okul öncesi eğitime hangi koşullarda erişildiği de, hem çocukların hem de kadınların yaşamında önemli belirleyenler haline geliyor. Örneğin çocuğu olan bir kadının çalışma yaşamına devam edip edemeyeceği öncelikle ekonomik koşullarına uygun bir kreş bulup bulamamasına bağlı hale gelirken, çocuğun bilişsel ve duygusal gelişiminde en kritik dönem olan erken çocukluk eğitimi ve bakım süreci de yine ailesinin maddi koşullarıyla sınırlanıyor.
Özel Sektör-Diyanet-Tarikat Arasına Sıkışmış Erken Çocukluk
Ne yazık ki mevcut koşullarda, kamu kurumları ve belediyeler de dâhil olmak üzere tamamen ücretsiz bir kreş hizmetine ya da okul öncesi eğitime erişmek olanaklı değil, her durumda az ya da çok bir ödeme yapılması gerekiyor. Diğer yandan bu ödemeyi yapacak durumda olsa dahi, hem kamuda hem de yerel yönetimlerde yatırımların oldukça yetersiz kalması nedeniyle, ailelerin çok büyük kısmı görece ekonomik sayılacak kamusal hizmetlere erişemiyor. Bu durumda da aileler için iki seçenek kalıyor: Ya ekonomik gücü ve çekebileceği banka kredisi ölçüsünde özel sektöre yönelmek ya da buna gücü yetmiyorsa, bu hizmetleri “hayırseverlik” görüntüsü altında ücretsiz veya çok cüzi ücretlere sunan tarikat-cemaat kuruluşlarına ya da Diyanet kurslarına yönelmek.
İlk seçeneğin bazen yüzbinlerce lirayı bulan fahiş fiyatlara çıktığı düşünüldüğünde, büyük kısmı yoksulluk, hatta açlık sınırı altında yaşayan ailelerin bunu karşılaması zaten olanaklı görünmüyor. Bu koşulda ailede öncelikle kadının çalışma hayatından vazgeçmesi ve çocuğun bakımını üstlenmesi bekleniyor. Çünkü çoğu zaman güvencesiz ve düşük ücrete çalışan kadının geliri, özel sektördeki bu rakamları ödemeye dahi yetmiyor ya da gelirinin büyük kısmını buraya aktarması gerekiyor. Dolayısıyla çalışsa da yoksulluğu devam eden, kazancı anlamlı bir fark yaratmayan kadın, çalışmadığı bir yoksulluğu ve ev içi bakım hizmetleriyle sınırlı bir yaşamı daha katlanılır buluyor.
TÜİK’in 10 Aralık’ta açıkladığı rakamlarda kadınların işgücüne katılım oranının %34,4 çıkması da tam olarak bu zorunlu eve kapanmayı/kapatılmayı yansıtıyor aslında. Yine TÜİK 2023 istatistiklerine göre 0-6 yaş grubundaki her dört çocuktan sadece birinin erken çocukluk bakım ve eğitim hizmetinden yararlanmış olması, kadınların işgücüne katılım oranındaki düşük rakamların çocuk bakımıyla ilişkisini de açıklar nitelikte.
Diğer yandan, kadının her durumda hane geçimine katkıda bulunmasının gerektiği yoksulluk koşullarında ise ikinci seçenek, seçeneğin de ötesinde bir zorunluluğa dönüşüyor. Kamusal hizmete erişemeyen, özel sektöre de parası yetmeyen aileler, çeşitli tarikat-cemaat-derneklere bağlı sıbyan mektepleri ile Diyanet’in okul öncesi eğitim kurslarına yöneliyor. Böylece çocuğun bilişsel ve psikolojik gelişimi açısından sakatlayıcı nitelikteki gerici kurumlar bir dayatma haline geliyor.
Belediye Kreşlerinin Kapatılma Girişimi Ne Anlama Geliyor?
Çocuğun ve kadının refahını, geleceğe dönük atabilecekleri tüm özgürleştirici adımları sınırlayan bu dayatma, elbette rejimin politik tercihlerinin bir yansıması. Rejimin esasını oluşturan laiklik ve kamuculuk karşıtı politikalar, bilimsel, pedagojik ilkelere uygun, ücretsiz kamusal kreş ve okul öncesi eğitim hizmetini yaygınlaştırmak yerine, aksine bu alandaki yatırımları gittikçe daraltmayı hedefliyor. Ama bir yandan da Diyanet’in okul öncesi kurslarına bütçe aktarmayı, rejimin tahkimatı açısından bir zorunluluk olarak görüyor ve bu bütçeyi sürekli artırıyor.
Dolayısıyla iktidar, toplum yararına kamusal harcama yapmayı “yük” olarak görüp olabildiğince sınırlandırırken, kamu bütçesini ancak İslamcı politikalarına hizmet etmesi koşuluyla kullanmak istiyor. Muhalefet belediyelerine ait kreşlerin kapatılması girişimini de bu bağlamda değerlendirmek gerekiyor. Önemli bir etken olsa da bu girişimde söz konusu olan sadece oy potansiyeli yaratan bir hizmetin engellenmesi değil. Amaçlardan biri de, makul ücretlere sunulan, pedagojik ve bilimsel esaslara dayanan toplumcu bir hizmetin yerel yönetimler bağlamında da ortadan kaldırılması, özellikle İslamcılıkla yoksulluk arasında sıkışıp kalmış çocuk ve kadınların en küçük nefes alma alanlarının bile yok edilmesi. Çünkü İslamcı rejim, yaratmak istediği toplumu asıl olarak bu yoksulluğun yönetilmesi bağlamında inşa ediyor.
Peki inşa edilen bu toplumda kadınlar ve çocuklar için nasıl bir yaşam öngörülüyor?
Sosyal Devlet Çözüldükçe Kadının Yükü Artıyor
İktidarın kadına biçtiği rol, özellikle de iyi bir eğitim fırsatına sahip olmamış yoksul kadınlara biçtiği rol, tüm ev içi bakım hizmetlerinin yanı sıra başta çocuk bakımı olmak üzere, engelli, hasta ve yaşlı bakımı gibi hizmetleri de üstlenmeleri. Çünkü iktidar neoliberal ekonomik programa uygun olarak kreş, okul öncesi eğitim kurumu, yaşlı bakım merkezi, engelli ya da hasta bakım evi gibi sosyal hizmetlere bütçe ayırmak istemiyor; tüm bunları özel sektöre devrediyor. Maddi olanakları özel sektör için yeterli olmayan ailelerin de bu hizmetleri kadın emeği üzerinden gidermesini istiyor. Bu nedenle kadın politikalarında “toplumsal cinsiyet eşitliği”nin yerine “toplumsal cinsiyet adaleti”, “fıtrat” gibi İslami söylemle çerçevelenmiş kavramları ikame ederek, kadınla erkeğin eşit olmadığının altını ısrarla çiziyor. Kadının “fıtratı gereği” tüm bu hizmetlerden birincil derecede sorumlu olduğunu ileri sürüyor ve çalışsa da öncelikle geleneksel rollerini yerine getirmesini istiyor.
İslamcı neoliberalizmin kadınlar için öngördüğü bu yaşamda, kadın ya çalışma yaşamının tümüyle dışında bırakılıyor ya da çalışsa dahi düşük ücretli, güvencesiz, esnek zamanlı işlerde istihdam edilmek isteniyor. Böylece kadın nüfusu ihtiyaç duyulduğunda ucuz emek gücü olarak kullanılacak, ihtiyaç duyulmadığında ise eve kapatılacak yedek işgücü olarak biçimlendiriliyor. Bu istihdam modelinin bir boyutu da kadının hiçbir zaman kendi ayakları üzerinde duracak bir gelire erişememesi, ancak “aileye ek gelir” düzeyinde bir ücretle çalıştırılması. Bu da kadının aileye ekonomik bağımlılığının sürmesi ve bu bağımlılık ilişkisi içerisinde, devletin yerine getirmek istemediği tüm sosyal hizmetleri zorunlu olarak üstlenmesi anlamına geliyor.
Erken çocukluk bakım ve eğitim hizmetlerinin kamusal bir hak olarak tanımlanmamış olması da, bu hizmeti tümüyle kadınlara havale ediyor. Bu durum kadın işsizliğinin ve yoksulluğunun en önemli nedeni iken, aynı zamanda toplumsal cinsiyet eşitsizliklerini derinleştiren süreci de tekrar tekrar inşa ediyor.
Tebaalaştırma Politikaları Altında Yok Edilen Çocukluk
İslamcı neoliberalizmin ülkenin özellikle yoksul çocukları için öngördüğü yaşam ise, onları dini eğitimle biat ve itaate yatkın kuşaklar haline getirmek. Dini eğitimin erken çocukluk yaşlarına kadar genişletilmesi de, iktidarın dinsel aşılamaya ve baskıya ne kadar erken başlanırsa, bu projenin o kadar başarılı olacağını düşünmesiyle ilgili. Bu nedenle erken çocukluk bakım ve eğitim hizmetleri yoksullar için sıbyan mektepleriyle Diyanet kursları arasına sıkıştırılmış durumda. Böylece çocuklar dini sömürünün hedefi haline getiriliyor; korku, baskı, her türlü şiddet ve istismarın olduğu ortamlarda “fıtrat”, “kader”, “şükür”, “sabır”, “tevekkül” vb. kavramlarla yetiştirilerek, sermayenin sınırsız sömürüsüne açık bir işgücüne dönüştürülmek isteniyor.
Dolayısıyla eleştirme, sorgulama, hak arama, yurttaşlık gibi demokratik becerileri kazandıran bir eğitim, ne İslamcıların ne de neoliberalizmin çıkarlarına uygun. Muhalefet belediyelerine ait çocuk bakım ve eğitim merkezleri de dâhil olmak üzere, kamusal alanda laikliğe, bilimselliğe ilişkin kalan tüm kırıntıları temizleme hamlesi de bu nedenle. Çünkü teo-liberalizmin yetiştirmek istediği işgücü, ne iş olsa yapacak, ne kadar ücret verilse razı gelecek, her türlü yoksulluğu dini tevekülle karşılayacak, itiraz etmeden güvencesiz, esnek, uzun saatler çalışan emek gücü olmayı kabullenecek, adaletsiz bölüşümle mücadele etmek yerine bunu kader olarak görüp rıza gösterecek tebaalaşmış bir kitle. Ki bu bir yandan da yoksulluğun kuşaktan kuşağa aktarılması anlamına geliyor.
Tam da bu nedenle ülkede yaşanan her sorunda olduğu gibi, erken çocukluk bakım ve eğitim hizmetlerini de laiklikten, kamuculuktan, sınıfsallıktan bağımsız düşünmek ve tartışmak olanaklı değil. Çünkü mevcut politikalar çocuğu bilişsel, sosyal ve psikolojik gelişiminin en önemli yıllarında tüm fırsat ve seçeneklerden yoksun bırakıp süreklileştirilmiş bir yoksulluğa hapsederken; kadını da çalışma, emeklilik hakkı elde etme, bağımsız bir yaşam kurma gibi özgürleştirici kanallardan mahrum bırakarak yine sonsuz bir yoksullukla baş başa bırakıyor; sınıfsal eşitsizlikleri kemikleştiriyor.
Sosyal hizmetlere bütçe ayrılmadıkça, eğitim ve bakım hizmetleri kamusal kaynaklarla ve hak temelinde yapılandırılmadıkça, bu yoksulluk, eşitsizlik, adaletsizlik büyüyerek devam edecek. Çocuk yoksulluğunda dünya ülkeleri arasında ikinci sırada olan ülkemizde, erken çocukluk bakım ve eğitimini tüm çocuklar için zorunlu, ücretsiz, kamusal bir hak olarak tanımlayan ve bilimsel-pedagojik ilkelerle çerçeveleyen bir politik irade, kısa vadede kadınların ve çocukların, uzun vadede ise tüm toplumun refahını artıracaktır.






















